Hayatın Soru İşaretleri
Başlarken, son günlerde aramızdan ayrılan onca yüzün görüntülerinde aklımın gezindiği uyarısını yapmak istiyorum. Bu nedenle, bugünlerde, dönüp durup, aynı cümleye asılı kalıyor düşüncelerim: Bir gün, evet bir gün o kaçınılmaz gerçek gelecek!
Bu ne bir korku, ne de bir karanlığa dalmak ve kaybolmak anlamına geliyor. Aksine gerçeğin içinden çıkarak hayatta yapamadıklarınıza doğru daha sıkı sarılmak gücünü veriyor. Ne kadar güçlü sarılırsam yaşama, o kadar çok kendi yaşamımım birilerine dokunup ışık olacağına hep inanmışımdır. Öncelikle kendi çevresinden başlamalı insan; sonrasında çevre genişleyecek, genişledikçe yüreğinize doğru dolu dolu fışkıracak her yaşamöyküsü… Kendinizden yaşamlara, yaşamlardan yeniden kendinize akmak gibi sanki tüm bu eylem pratiği… Bazen de bir süreliğine çıkmak istiyorum tüm bu döngü içinden… Düşünün ki film izlerken kısa bir kahve molasındasınız; yeniden döndüğünüzde serüven aynı yerden devam eder mi? Aslı Erdoğan bu kısacık molalara: “bir sigara içimlik” tanımlamasını yapıyor. Bir sigara yakmak; diyor yazar, sonrasında ikinciyi yakmak, bir üçüncüyü, bir daha, bir kez daha… Film devam ederken veya sahneden yükselirken bedenlerin dansı, seslerin dramatik tınıları, kostümlerin gökkuşağı renklerinin manzarası, maskelerin bir ağlayan bir de gülen yüzleri, kısa bir molayla izin isteriz öykülerimizden ve bir bakıma yaşamın zamana vuran hızlı gidişatından… Yağmur damlaları şehrin kalabalıklığına bırakırken kendini, insan siluetlerine çarpa çarpa hızlıca caddelerde kaybolmak… Kulağınıza çalınan bir ses, gözünüze takılan bir yüz veya burnunuza tüten bir kokuyla yeniden başlamak hayata kaldığınız yerden!
***
İsterim ki o gün geldiğinde: “tüm kadınlar dünyayı değiştirebilir; işte o zaman özgürüm…” yazsın mezar taşımda… Böylesi bir yazı insan eşitliğine yaşamı boyunca inanan bir ruha yakışır mı? Erkekegemen gücün her türlü acıyla ördüğü duvarları var oldukça, bu cümleden bir an olsun huzursuzluk duymayacak ölümlü beden ki ruh huzur bulsun! Tüm bunları yazarken arada sırada göz ucuyla sokağa baktığım penceremin önündeki servi ağacının dallarına kızlı-erkekli doluşan kuşların sesine kulak veriyorum: insanlar içinde sakladıkları öfkelerini kaybeder mi?
İnsanın kendine özgü bir görme biçimi olmalı mıdır? Belki de o zaman “özgürlük, hep özgürlük” diyebilecek kadar cesaretli yaşamlarla akarız şu tuhaf kokuların yükseldiği yaşlı dünyaya…
***
Dünyanın acı yüzünü görmek için, isterim o gün geldiğinde, yorgun bakışlarla seyretmeyi bir bulutun kıyısına iliştiğim gökyüzünden… Mutluluk anlık sahnelerle yaklaşır yaşama ve gelip-geçici an be an saklandığı sandığa yeniden geri döner. Mutluluklar gelip geçici, kalıcı olan kolektif belleğin acıya, felakete vuran baskınlığı değil midir? Savaşa dair, yıkıma dair, yok edilmeye dair, işkenceye dair, depreme dair, sel baskınlara dair onca görüntü birikir insan belleğinin kuşaklarca uzayan film şeritlerinde… İşe o gün geldiğinde hayata dair sorulara yeni sorular eklemek için uzanmak isterim bulutun güneş vuran dar bir yüzeyine… Fazlasını istersem eğer, haksızlık etmiş olmaz mıyım yanımdakilere? Yoksa herkesin gün gelecek kendine ait, ayaklarını sarkıtıp, gönlünce seyre dalacağı bir bulutu mu olacak? Özgürlük yoksa bu mudur?
Tuhaf kokular deyince aklıma düştü günlerden bir gün rastladığım ve bir daha hayatıma temas etmeyeceğini düşündüğüm, bugün için adını bile unuttuğum bir insanın sözleri: her şey bir oyun!
***
Oyun deyince geçen haftanın Perşembe gününe kadar sürükledi beni belleğim… Ama önce bir mola, hafifçe göz ucuyla yeniden bakıyorum penceremden, bu defa aşağıdan yoldan geçen kızlı-erkekli birkaç kişinin, tahminen, sesleri geliyor yazı odasının içine kadar ve duvarlara çarpıp klavyeye düşüyor: bugünün anlamı, bir yanda barış, bir yanda savaş!
Bizler bu oyunun neresindeyiz? Kahraman mıyız? Figüran mı? Yoksa arka korodaki dış seslerden biri mi?
Geçen hafta Perşembe günündeyiz yeniden, belleğin olanca görüntü, ses, kargaşa yığının içinde çekip çıkarmalı, bu çok çok yakın zaman dilimini… Devlet Operası’nın Ulus’taki binasındayız; saat 20.00 sularında Umut’la… Günün yorgunluğunu alır ümidiyle geçirdim, son 1-2 saat içindeki trafiğin keşmekeşe dönen anlarını buraya gelmek için… Sonunda Kazancakis’in Zorba adlı romanının, bale versiyonuyla karşı karşıyayız… Salondaki sesler yavaş yavaş azaldı, sonunda derin bir sessizlik ve ilk vuruşla başladı müzik… Sahne aydınlandı, kararan salonun önünde usulca… Koro şarkısına başlarken bir yandan oyuna yoğunlaşmaya çalışıyorum, diğer yandan da hemen başucumuzdaki iki boş koltuğa takılıyor gözlerim… Bilet için aylardır peşinde koştuğumuz bu oyunun, hınca hınç dolu salonunda iki boş koltuk görmek aklıma takılıyor. Neden mi? “Bilet yok, bilet yok, yine bilet yok!” diye geçen zamanlarla diyalogdayım da ondan… Sonrasında yağmurun trafiği nasıl vurduğunu hatırlayarak, biraz olsun hafif sinirlenen yüreğim mantık bölgesine yani akla doğru kayarak ilerliyor: Ne kadar da yoğun bu şehirde artık trafik?
Bu düşüncelerden yürüyüp gitmek istiyorum… Güncelin içinden çıkmak ve sahnedeki Zorba’nın özgür ruhuna karışmak… Aleksi Zorba 20. yüzyılın en özgür ruhlu kahramanıdır; benim için… Nikos Kazancakis’in mezar taşında yazılı olanlar, doğrudan Zorba’nın ağzından dökülmüş yazgı sözcükler değil midir?
“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Bi’ düşünün lütfen: Bir varoluşçunun mezar taşında özgür ruhunun tanımından başka ne yazabilir ki?!
Yeniden boş iki koltuğa doğru bu soru düşüncesiyle birlikte kayıyor bakışlarım: karanlıklar içinden bir siluet gülümseyerek bakıyor sanki bana, özgürce…
Ve güncele dönüyorum aniden, pencerem de bir görüntü daha yakaladı şu meşhur kendine uygun görme biçimi: karşı yoldan, caddenin hemen kıyısından başlayan yokuştan kayarcasına ilerliyor elindeki poşet yığınıyla bir kadın… Simsiyah çarşafa sarınmış bendinde tek aydınlık nokta elindeki beyaz naylon poşetler… Ayaklarına kadar uzanan etekliğine takıla takıla ilerliyor adımları hızlıca ve kayboluyor yokuşun bitiminde…
Şu an Zorba gibi ruhum: hayata soru işaretleriyle dolu diyaloglar bırakmak istiyorum.
Zorba’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığına dair düşüncelerim, az önce gördüğüm kadın ve kadınların yaşadığı gerçeğiyle dürtüyor beni:
“Bu yaşamın patronu kim?!”
***
Zorba cesurdu ve tüm sorunları bir kılıç darbesiyle değil aklıyla ve yaşama dair cesurca tavırlarıyla çözebilecek kadar da bilge!
Zorba’nın tanrısı, “İnsanın kalbine sığacak kadar küçük ama evrenden daha büyük bir tanrıdır.” Bunu biliyor muydunuz?
Bir gün Patron sorar:
“Sen neden yazıp da, bize dünyanın bütün sırlarını anlatmıyorsun Zorba?”
“yazmaya vaktim yok da ondan!” diye cevaplar Zorba.