Hayatta olduğun için öleceksin!
“Gerçek erdem ve değerin anlamı nedir?” diye, bir soruyla başlamak istiyorum.
Hepimizin yaşam pratiğimiz doğrultusunda bu soruyu yanıtlayacak kadar birikimimiz olduğu gerçektir. Ama “kendi” değerbilirlik ölçülerimizi yaşamımızdan örnekler vererek benimsetmek isteriz etrafımızdakilere. Hâlbuki herkes kendi yaşamını yaşar. Herkes kendi zamanının nabzını tutar ve yaşamda herkes kendi repliğini okur sırası geldiğinde!
Bu sahnede, rol okuma yani düşünceyi, gücü, duyguyu bir noktada toplama telaşı öylesine yoğundur ki, bize doğum kadar yakın olan “ölüm”ü aklımıza getirmiyoruz bile.
Ölüm her an yanı başımızda, hepimizin yol arkadaşıdır.
Sessizliğinde…
Suskunluğunda…
Yalnızlığında…
Tek başınalığıyla mutlak olmuştur.
Olacaktır.
Her geçen an diğer an’ı karşılarken pür telaşla yaşamlarımızda, gün gelecek bir an çalan kapı açıldığında, karşımıza çıkacaktır.
Ölümden korkan insan aslında bilinmez yolculuğa çıkmaya çekinir. Belki bu nedenledir yaşarken “yadsımak” onun adını ve bir gün mutlaka mutlak olarak geleceğini.
Sokrates ölümün hayata göre tercih edilebilirliğini savunur: “Ölüm belki rüyasız bir uykudur veya başka bir dünyaya doğru ruhun göç etmesidir.
Vladimir Jankélévich “La Mort” adlı yapıtında ölümü bir “hadise” olarak irdeler.
Herhangi bir kimsenin ölümünün “hadise” boyutuna taşınarak insanlar üzerinde her defasında ilk defa oluyormuş gibi bir merak ve korku bırakmasının sebeplerini, sorular sorup, yanıtlar arayarak, böylesi bir fenomenin çıkış kaynağına doğru yolculuk yapmaya çalışır.
“Neden ölüm diye bir şey var?”, “Ölüm bir son mudur?”, “Ölümü unutmak mümkün müdür?” ve benzeri sorularla örülü zihin yoklamasının içinde yanıtlar arayarak daha çok “ölüm korkusunun” kol gezdiği bir yolculuğa çıkıyor okuyucu.
Şüphesiz günümüz insanının sergilediği standartlaşan tavırların içinde korkunun kol gezmesinden çok “unutkanlık” tercih ediliyor.
***
“Hayat işte!” cümlesi kendiliğinden çıkar dudaklarımızın arasından birisi öldüğünde; bu sözün gizlediklerinin araladığı pencereden uzanıp bakmak gerek.
Nedir gizlenenler?
Yaşamı koklayamamak, duyamamak, dokunamamak, içememek kana kana ve sevişememek! İşte tüm bu olgulara aralanan pencerenin hemen arkasında saklanan aslında ölüme karşı içgüdüsel bir karşı duruşun kendiliğinden gelişmesidir, insan usunun derinliklerinde. Koklamaya, duymaya, dokunmaya, içmeye ve sevişmeye karşı gelişen içgüdünün yaşam gerçeğine karşı mutlak karşı koyuşu!
Peki, karşıt düşünebilir miyiz?
Bir yazıya “Ölüm” başlığını atmanın gerçekten riskleri olduğunu yazdıkça daha da iyi kavramaya başladım.
Okumalarla savruluyorum.
Çıkışı olmayan bir dolambacın içine hapsoldu kelimeler.
Evet, karşıtı düşünebiliriz.
Ölümü yadsımanın, unutmanın ve kabul etmemenin karşıtı ölümü içtenlikle arzulamaktır: “Tanatos”.
Bu Freud teorisinin içinde yadsımaya karşılık gelen arzulamak isteği tamamen farkında olmadan, bilinçdışıdır.
Yine de “Işık! Biraz daha ışık!” derken Goethe, ölüme karşı durmanın isyanına yelken açıyordu sözcüklerin anlamlarını tekil bir cümleye taşırken.
Ölüm de tekil değil midir?
Ona karşı hissedilen korkunun iteklemesiyle yaşam süreci içerisinde atıl duruma gelmemiş midir?
Ama o yine de kendini hatırlatmayı çok iyi bilir. Bilmiştir. Çünkü yaşamın gerçeğidir.
Karşıtı değil! Ölümün karşıtı doğumdur.
Annem hep şunu söyler: “Doğduğumuza inandık; öleceğimize de inanmalıyız!”
Yaşamı süresince onca yakınının -ki bunlar içinde babamın ölümü de dâhil- ölüme tanıklık etmiş anneme ise buradan ileteceğim, bu sözünü hiç unutmadığımın altını çizerek: “ İnsanın yaşam sürecinin en temel hedefi: ölene kadar yaşamaktır.”
***
“Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin!” (Lucius Seneca)
Yaşam ezberlere dayalı bir süreç midir?
Ölümü yadsımak, yaşamı da yadsıdığımızın en büyük göstergesi, içine sürüklendiğimiz “ezber yaşam” portrelerinde.
Deli gömleği giymişçesine sıkışıp kalmak ezberin kollarına.
Ölüm kapıyı çalınca da, daha doğrusu toslayınca, olanca hızıyla “yaşam ağacına”, sıyrılmak için çaba sarf etmek gömleğin sıkıca bağlı kolları arasından.
Kaç saniye sürer böylesi bir çaba!
Dakika?
Saat?
Gün?
Hafta?
Kronometre tutmaya gerek yok!
Kim çözebilmiş deli gömleğini bir kere bağlandıktan sonra bedene?
Sarıp sarmalıyor her an bedenlerimizi, ruhumuzu düşüncelerimize ezbere ve de kolaycılığa dayalı “masalsı yaşam süreci”.
Hep söylerim yaşamda yan yana giden iki önemli unsur vardır: Masal ve Gerçek.
Yaşamı böylesine özel, hatta yegâne kılan şey, yaşanacakların bir daha yaşanamayacak olması değil midir?
Zihin sarılmışken deli gömleğine ve atmışken yaşamı bir örümcek ağının ağulu ağlarının merkezine, ezbere dayanmadan soruyu hemen yanıtlamak: ne hacet!
Ölüm kahkaha atarken karşımızda, biz ölüm unutkanlığını, nefeslenen yaşamlarımıza ağlıyoruz.
***
“Kelimelerimiz söylenene kadar bize aittir; söylendikten sonra biz onların oluruz”. Lucius Seneca’nın bu sözüyle söylenen her sözcüğün bize olan aitliğini ve karakterimizde bulunması gerekliliğini anımsattıktan sonra galiba ölen için kullanılan her kelimenin “dürüstlüğünü” de tartışarak yazıya bu yönde devam etme gerekliliği kendiliğinden doğmuş oluyor. Çünkü ölümü, “fani dünya (!)” diyerek, marjinalleştirdiğimizi düşünmeden duramıyorum.
Her gün görmeye alıştığımız kişilerin “birey” olarak farkındalığının farkına varamadan görmemeye başladığımızda, aklımıza geliyor ölümün sessizce aramızda dolaştığı ve soluğunu ensemizden bir an olsun ayırmadığı.
Ve fakat yine de hayatımıza almışız bir kere “gösteri devam etmeli!” ezberini…
“Yaşam bir sahne” diyen de benim; “Gösteri ne olursa olsun devam etmeli!” diyen de…
Sahnede olmayan artık yaşamıyordur. Yoktur. ÖLMÜŞTÜR!
Belki de!..
Ne bileyim ben?!
Toprak toprağa, tozlar tozlara, küller küllere…
Octaviz Paz’ın sözleri geliyor hemen aklıma:
“Nasıl öldüğümüz, kim olduğumuzu gösterir.
Hayatı ölüm tanımlar…
Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir.
Her birimiz aradığı ölümü ölür, kendi için hazırladığı ölümü”
Ne duyduysam, ne okuduysam YALAN!
Bu haftanın son söz: Yaşayın yaşayabildiğiniz kadar hayatı!