Haydar Ergülen Şiirinin Öteki Kapısı: Kızkardeşim Lina Salamandre
Lina Salamandre kitabı, bir şairin tek bir yaratıcı edim içinde olmadığına, bilinç eşiği ve bilinçdışından gelen yaratıcılığın başka başka edimleri kamçılayabileceğine; şairin tek bir kişi değil
Emel Kaya
Haydar Ergülen, 1995 yılında Oğlak Yayınları’ndan, Kabareden Emekli Küçük Bir Kızkardeş: Lina Salamandre adında bir kitap yayımlar. Önceleri, bu kitabın Lina Salamandre adındaki şairin Ergülen tarafından Türkçeye çevrilmiş şiirleri olduğu zannedilir; ancak çok geçmeden kitabın aslında bir kurgu olduğu, Salamandre’a bir özgeçmiş uydurulduğu ve yazdığı sanılan şiirlerin tamamının Ergülen tarafından kaleme alındığı anlaşılır. (Bu, Ergülen’in tek farklı kimliği değildir; bir de Hafız takma adıyla yayımladığı Hafıza kitabı vardır. Daha sonra bu iki kitabı toplu şiirlerinde bir bölüm olarak Hafız ile Semender adıyla bir araya getirecektir.)
Lina Salamandre kitabı, bir şairin tek bir yaratıcı edim içinde olmadığına, bilinç eşiği ve bilinçdışından gelen yaratıcılığın başka başka edimleri kamçılayabileceğine; şairin tek bir kişi değil, aynı anda birçok kişi olabileceğine; tek bir dili ve tek bir gerçeklik alanını değil, başka dilleri ve o dillerin ürettiği başka gerçeklik alanlarını da kavrayıp dönüştürebileceğine kıymetli bir örnektir.
Kendisi için tasarlanmış hayat hikayesine göre Lina, 1891’de Rus bir baba ve Fransız bir anneden dünyaya gelir. Bir süre Rusya’da, sonra Fransa’da yaşar. Gerçeküstücü şairleri okur ve şiirler yazar. 1920’lerde kabarelerde şarkı söylemeye başlar. İki yıl evli kalır. Çalıştığı kabereye gidip gelen bir gazete muhabiri olan Ruth Huntley adındaki kadınla aşk ilişkisi 10 yıl sürer. Nisan 1938’de Paris’te kabareden emekli bir şair olarak ölü bulunur. Biz kitapta, Lina’nın Ruth ile yaşadığı aşk boyunca yazılmış şiirlerini, şarkı sözlerini ve mektuplarını okuruz. Kitabın sonunda bir de Ruth’un Lina’ya ölümünden sonra yazdığı mektup yer alır.
Haydar Ergülen’in bu kitaptaki en büyük başarılarından biri, kendi şiir çizgisinden apayrı bir çizgide kaleme aldığı şiirlerle, tasarladığı Lina’yı ve yaşamını, kendinden tamamen soyutlayabilmiş ve inandırıcı kılabilmiş olmasıdır. Şiirler, hem çeviri şiir havası verir, hem de Ergülen’in şiirinden izler taşımaz. Şiirlerin dişil alandan beslenmesi ve dişil bir dille yazılmış olması da Ergülen’in diğer önemli başarısıdır.
Lina, şiirlerde kırılgan, tutkulu, mağdur bir söyleyişle dile gelir. “Kendini küçük düşürmek”ten, “yedi denizden kovulmuş balık kederi”nden bahseder ve “herkesin cehennemi aşk kılığında” diyerek, Ruth’a duyduğu aşkın ve tutkunun sebep olduğu acıyı somutlaştırır. Bataille, tutkunun, onu hisseden için bedenlerin arzusundan daha şiddetli bir anlam taşıyabildiğini; bu nedenle beraberinde mutluluk umutlarını getirmesine rağmen, kargaşa ve rahatsızlıklara da neden olduğunu söyler. Lina’nın Ruth’a tutkusu, onu hem çok mutlu eder hem de sürekli bir mutsuzluk, acı ve belirsizlik üretir. Tutkunun özü, iki varlığın süreksizliğini mükemmel sürekliliğe dönüştürmektir. Şu durumda, âşıklar için birbirlerini bağlayan içten sürekliliğin çılgın hayranlığından zevk almak yerine, uzun süre birbirini görmeme daha büyük şanstır. “Gurbetten Başka Köpek Tanımadım” şiirindeki:
“ben gurbetten başka köpek tanımadım Ruth / yedi el ateş ettim, ben gurbeti öldürdüm // sen de öldür o köpeği Ruth, dilimle bakarım / sana, gülünün üstüne kapanır aşkım, / göğüslerinde uykusu açılır dilimin, istersen / gurbetin olurum, kimse bulamasın diye / arzularımızın ormanında bizim akşamımızı”
dizelerinden sonra bir mektubunda Lina şunları yazar:
“Hem suçsuzum, hem âşık! / Yine de senin için üzüldüğümü söyleyip, / seni incitmeyi isterdim bu şiiri yazmak yerine.”
Lina’yı iki zıt duygu arasındaki git-gellerle tanırız. Ergülen, tutkunun Lina’nın ruhunda ve zihninde sebep olduğu bu ikircikli hâlin dinamizmini kitap boyunca canlı tutar. Okur, bir yandan kendini, bir roman kahramanı gibi görmeye başladığı Lina’yla özdeşleştirir, diğer yandan Lina’nın bu aşkın sonunda nereye savrulacağını ve neye dönüşeceğini merak eder. Kitabın sonundaki mektubunu okuyana kadar gizemli bir mâşuk olarak kalan Ruth da okur nezdinde yargılanmaya başlar. Bu yargılamanın asıl sebebi, Lina’nın şiirleri ve mektuplarındaki çaresiz, kırılgan ve mağdur söylemdir:
“Küçüğüm, Güvercinim, Ruth, // Lütfen dön artık! Sen yoksun ve sesim / durmadan eskiyor. Ağzımda yarım bir şarkıyla / bu kabarede ölmeme izin verme! // Beni çok sev! Beni çok sev!”
Gözle görülemediğinden, toplumun ruh üzerinde bir tasarrufta bulunması mümkün değildir ancak beden, her türlü toplumsal ve dinsel baskıya açık bir alandır. Bu tutkulu aşk içerisinde bedenden ve bedenin çağrıştırdığı tüm toplumsal / dinsel yaptırımların ağırlığından kurtulmak üzere Lina, hem kendininkini hem de Ruth’un bedenini sürekli bir şeylere dönüştürür. Suaygırı olur, güvercin olur, semender olur… Ergülen’in Lina’ya soyad olarak “Salamandre” yani bir çeşit kertenkele olan “semender” adını vermiş olması tesadüf değildir. Daha en başında Lina, bir semender, nemli ve loş yerlerde yaşayan küçük bir sürüngen olarak yeryüzünde deneyimleyeceği duygunun ve varoluşunun ağırlığından bedensel olarak arındırılmak, hafifletilmek istenmiştir. Dinin vaat ettiği arınma ve kurtuluş gibi, Ruth’un vaat edeceği arınma ve kurtuluşu arzular. Hatta “Meryem üşür, üşür, gözleri kırılır,/ ben Meryem’in suçlamadığı tek oyuncuyum” diyerek masumiyetini ilan eder.
“Yurttaşım, Güzelim, Ruth, Sevgilim / İsa da bu kadar bırakır kendini tanrısına / ama çarmıhı eskitir bizim gövdelerimiz / kurtulur çivilerden, birlikte iyileşir / ve midyeler gibi içiçe derinleşir!”
Gövde, özellikle “Keşke Suluboya Bir Aşk Kalsaydı Ellerinde” şiirinde hem aşkın üzerinde yaşandığı mekân, hem de ruhların birleşmesindeki en önemli engel olarak karşımıza çıkar. Gövdenin ürettiği bu mekânsal ikilik, bedensel kavuşmayı bir gerilime dönüştürür. Lina’nın ‘sevişme’den beklediği arınma ve kurtuluş tam olarak gerçekleşemeyecek ve Lina, sonsuz tutkusu ile (sonlu) birleşmeden bir türlü tatmin olamamış ruhu arasında sıkışacak, sürekli bir ‘üşüme’den bahsedecektir.
“suluboyarsan ‘1’ kadını / çok insana benzer yüzü / rüya doğumlu Lina’ya benzer / senin rüyaların için ölen Lina’ya / keşke bana gönderseydin ruhunu / karnıma alırdım onu / (…) / hadi çok üşüyelim / çok konuşalım bizi / yalnızca ruhlarımızın terk ettiğine / konuşarak katlanalım // neden üşümüyorsun / sevişmek istemediğin için mi / neden üşümediğini söylüyorsun / içimden bile geçirsem üşüdüğümü / içim ısınırdı seninle / ama ellerin var iyi ki / yalan söylemeyecek kadar sıcak”
Kitapta ‘elma’ ve ‘rüya’ sözcükleri bir leitmotiv olarak sıklıkla yer alır. Elmanın cennetten kovulmaya sebep ilk günah olduğunu ve rüyanın bilinçaltını yüzeye çıkaran, temizleyen, arındıran, yanı sıra kehanetlere zemin hazırlayan işlevini düşündüğümüzde, toplumun kolay kolay onaylamayacağı böylesi bir ‘yasak aşk’ hikâyesine hizmet edecek atmosferin de şair tarafından özenle kurulduğunu; bu iki leitmotivle Lina’nın günah ve arınma bilincinin okura bir altmetin gibi verildiğini, Lina hakkındaki yargılarımızı şairin bu altmetinden besleyerek şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Ergülen, tutkulu âşık Lina için tercih ettiği bu söylemle, erkek bir şair olarak dilini dişil alana çeker. Dişil söylemi bir kurguyla deneyimleyen Ergülen’in, tercih ettiği sözcükler, ifadeler ve kitap boyunca oluşturduğu atmosferle Lina’yı dişil alanda başarıyla konumlandırabildiğini ve kendi ‘erkek’ kimliğinden ve dilinden sıyrılarak Lina’ya dönüşebildiğini görürüz. Bu konumlandırma ve dönüşümdeki başarı, Türk şiirinde bir ilk olarak kaydedilesidir.
Baştan ayağa aşkın ve tutkunun cisimleştirdiği Lina, Haydar Ergülen şiirinin güvercinli balkonunda, dilsel ve tinsel bir “saydamlığa akraba” olarak, kızkardeşimizdir; bize gülümsemektedir.