Hazan: Şairlerin Mevsimi(ydi)…!
Sonunda Eylül geldi de geçip gidiyor bile. Şimdi hazan mevsimidir, hatırlamanın ve hüznün, şairlerin ve şiirin zamanıdır diyerek, Coronaydı, siyasetti, seçimdi, -yetmedi üstüne bir de susuzluk eklendi-, her şeye bir çizgi çekip, başka ufuklara yelken açan, “efradını câmi ağyârını mani”, bir başlangıç cümlesi arayıp duruyorum başına oturduğum yazıya, ama heyhat. Hâlâ hazan mevsiminin uzağındayız, bir türlü bitmeyen sıcaklarda bunalmaya devam ediyoruz. Doğayı hoyratça imha edişimizin bu coğrafyadaki bir karşılığı da mevsimlerin en güzelini yitirmek oldu, ne hazin.
Ama neyse ki, ruh şiirin iklimine ayarlı olduğundan, ya da hoş bir yanılsamadır bu kim bilir,-olsun ne çıkar-, sonunda hazan mevsimin en güzel ayı Eylül’ün kendisi değilse de hafızalara kazınmış imgesi yetişiyor imdada ve gelirken şairini de -Edip Cansever- beraberinde getiriyor:
“Neyse ki biz eylüldük de bitmezdik resimlerde
Sırasız, dengesiz, yapraksız öyle
Hem vardık, hem de yoktuk –biz sahi nereliydik?-“
Şairlerin ilk örneklerinin (atalarının mı demeliyim) simyacılar olduğu hep söylenir. Yine onların (Simyacıların), “öteden gelen bilgi”yi barındırmak gibi bir yeteneğe/misyona sahip olduklarına dair yaygın bir kanaat vardır. Bu ayrıcalık onlara bir yandan olağanüstü güçler kazandırırken, bir yandan da bu olağanüstülüğün kendine has anlatımını (dilini) geliştirmeleri ve oluşturmaları yönünde adeta zorlar. Nitekim “Obscurum per obscurius, ignotum per ignotius..” (Karanlığı daha karanlıkla, bilinmeyeni daha bilinmeyenle aramak..) simyacılığın vazgeçilmez temel ilkesidir. Bir bakıma şiirin başlangıcı olarak kabul edilebilecek olan bu ‘özel’ ve ‘özgün’ dil, şüphesiz ki burada kalmayacak, ileriki dönemlerde dönüşümlere ve değişimlere uğrayarak yetkinleşecek, son kertede çok katmanlı, çok anlamlı ve çok çağrışımlı bir karakter kazanarak toplumsal ve kültürel karşılığını bulacak (bir anlamda yeryüzüne inecek), ama mutlaka çok ‘özel’ ve ‘özgün’ halini hep koruyacaktır.
Hazandı, şairlerin mevsimi(ydi) derken akla düşen şair Edip Cansever de işte bu ‘özel’ ve ‘özgün’ dilin sahiplerinden biri. Ondan mıdır ne zaman şiirini okusam tam karşımda bir ayna beliriveriyor. Öyle bir ayna ki sadece önünde maddi bir gerçeklik halinde duran şeylerin tıpkı suretlerini yansıtmak gibi sıradan bir işlevselliği yok; bundan çok daha öte ve çok daha fazlasını içkin, çok yüzeyli, görünmeyeni de gösteren bir ayna bu. O kadar ki insanın kendinde gizli başka hallerini açığa çıkaran bir doğurganlık söz konusu orada. H er okuyuşta, çiğ yemiş bir gül tomurcuğunun açılmaya başlayan yaprakları gibi (“gül dönüyor avucumda”) kat kat genişleyen mısralarda hayat kadar gerçek, düş kadar imkânsız bir hikâyenin peşinden sürüklenmek mümkün. Bazen elle tutulacak kadar yakın, kimi zaman nefesi hissedilecek kadar öte, bazense hayal edilebilecek kadar uzak gibi görünse de, bir yerde iç içe geçen, size dair ve sizi iliklerinize kadar titreten bir hikâyedir bu. Belki bu yüzden ilk anda büyük bir karmaşanın içine düşer gibi olursunuz, ya da kalıverirsiniz tek başınıza karşısında. Ürperir gibi olsanız da yalnızlığınızdan, öyle bir an gelir, mısralar size “yalnızlığın başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuştuğunu hatırlatır.” Kim bilir içiniz acıyor, canınız yanıyordur ama, biraz daha yol aldıkça anlıyorsunuz ki şairin “yalnızlık” dediği ve sizi getirip bıraktığı yer “bir kendini ayırmadan çok, kendine yönelme, kendini daha yakından inceleme yetisidir.” Okuduğunuz şiiri ve şairini (Cansever’i) size yakın kılan da zaten budur. Çünkü siz o mısralarda hem tek başına kendinizi ve hem de sizi görünmez kalabalıklarla buluşturan çok boyutlu ‘insan olma’ hal(leri)nizi görüyorsunuz:
“Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan”
Şair büyük bir ‘yalnız’dır aslında -yine de bundan şikâyetçi olduğu söylenemez- ve kendi yalnızlığını, “çıldırıp yitmemek için”, kendisiyle çoğaltıyor -“iki insan gibi kaldım”- ve kendisiyle konuşuyor. -“Birbiriyle konuşan iki insan”- Üstelik konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda anlatıyor ve anlattıkça da hem kendini yeniden keşfediyor hem de kendi içinde saklı ya da kendi içinden yansıyan suretini -ikinci bir kimlik (biraz zorlasanız üçüncüye, dördüncüye ve daha fazlasına gebe olan doğurgan bir kimliktir bu) olarak bir başka halini- keşfediyor. Nasıl mı yapıyor bunu? Neredeyse her anın şiirini yazarak yapıyor; o kadar ki o ana ait mekânı, insanı, nesneleri, aralarındaki ilişkileri ve durumları sanki bir tek ve büyük şiirinin parçaları olarak ve bir kuyumcu ustalığıyla, kanaviçe gibi işleyerek sürdürüyor. Nereye kadar mı? “Doğanın ona verdiği bu ödül”ün, yani hayatının -ahh, ne kadar kısa sürdü o hayat-, sonuna gelene kadar, “bir hiç oluncaya kadar” yapıyor bunu.
Belki bu yüzden buna kalabalık bir yalnızlık ya da kalabalığı kendinden ibaret bir yalnızlık demek de mümkün. Hem sadece görmekle kalmıyorsunuz o aynada (şiirin aynasında) gördüklerinizi, aynı anda işitiyorsunuz, nefesini duyuyorsunuz, kokusunu alıyorsunuz, müziğini dinliyorsunuz . Bir başka ifadeyle yoğun bir duygu olarak hissediyor ve karşılığını şiirde bulan bir başka düşünce derinliği olarak yaşamaya ve anlamaya başlıyorsunuz onları.
Dahası öyle bir görmektir ki bu, ne kendi başına yavan bir duygusallıktır (Cansever’in söylediği: “iyi duygularla iyi şiir yazılmaz; şiirle birtakım duygular çıkarılır ortaya”) ne de kendi başına bir düşünceyle sınırlıdır. (Cansever’in söylediği: “Şiirden bağımsız olarak şiire düşünce getirilemez. İthal edilemez. Şiirin kendisi olarak düşünce şiirde yürür. Şiirle düşünmek! Yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar”) İşte tam da burada bir başka Cansever ustalığı ile karşılaşırsınız. Bir ustalıktır bu, çünkü şairin şiiri sanki bütün edebiyat türlerini içkin özgün bir ‘anlatı’ya dönüştürmektedir. “Bir durumu, bir kişiyi, bir tavrı, bir yaşama biçimini vb.” kuşatan, ama bir hikâye olarak yazılmayan, belki sadece şiire dönüşen bir hikâye olarak anlatılan (Cansever ısrarla ‘hikâye’ değil ‘anlatı’ diyor) bir şiirdir bu ve yalın, ancak bir o kadar da çağrışımları yoğun, bir dilde karşılığını bulmaktadır. “Çok önem verdiğim, şiirde temel aldığım bir özelliktir yalınlık” diyor Cansever ve ısrarla ‘basitlik’ (bayağılık) ile ‘yalınlık’ arasındaki farka dikkat çekmekte, “Basitlikle kıl payı vardır yalınlığın arasında. Biri şiiri batırır, öbürü kurtarır” diyerek bu farkın altını çizmektedir.
Ve şimdiden sonra anlatılan o hikâye ile birlikte artık yolculuğunuz başlayacaktır. Yolculuk da yolculuktur hani. Belki şöyle tanımlamak da mümkün: Tam da Proust’un söylediği gibi (O da bunu roman sanatında yapmaktadır): “Tek gerçek yolculuk; aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.” Cansever şiiriyle çıkılan yolculukta yaşanan en büyük ayrıcalık da işte tam da bu olsa gerektir. Kendi içimize olduğu kadar kendi dışımıza, ya da kendi içimizden dışımıza veya dışımızdan içimize çok boyutlu, durmadan yenilenen, çoğalan ve de çoğunlukla da hareket etmeden sürdürülen bir yolculuktur. Çeşitli insan hallerinin, mekânların, durumların, nesnelerin yani hayata dair her şeyin, bayağılıktan uzak, yalın ve bir o kadar da çağrışımları yoğun serüvenidir anlatılan ve sanki her seferinde kapalı bir odasının kapısını daha açmaktadır sıkışıp duran belleğimizin.
Bir zamanlar şair bunları yazıp anlata dursun, ayların kraliçesi Eylül geldi de geçip gitti bile. Hatırlamanın ve hüznün, şairin ve şiirin zamanı hazan mevsimi zamanını şaşırmış sıcakların istilasına uğradı. Hayaller buharlaştı, sular kurudu, sözcükler yere düştü, kirlendi..
Şairin/şiirin el ayak çekip giderek eksilmesi de yoksa bundan mı?