Hekimler mahkeme koridorlarında
Alınan ücretin bir kısmının makbuz kesilerek ve beyan edilerek sağlık fonuna aktarılması gerekiyor. Gerekiyor. Aktarılıyor mu? Hayır. Makbuz kesiliyor mu? Hayır.
PRIMUM NON NOCERE*
* Tıp okullarında öğrencilere öğretilen ana kurallardandır ve hekime her şeyden önce herhangi bir tıbbi müdahalenin yol açabileceği olası zararları hatırlatma vurgusu taşır. “Önce zarar verme” anlamına gelen Latince deyiştir. Primum nihil nocere olarak da kullanılır.
Sağlık sistemindeki tartışmaları daha iyi anlayabilmek için anlatacaklarımı dinlemenizi rica ediyorum. 2011 yılında serbest çalışan hekimlerle hem kamuda ve hem de kliniklerde çalışan hekimleri karşı karşıya getiren ve mahkemeye kadar düşen bir anlaşmazlıktan söz edeceğim. Anayasa Mahkemesi’nin sağlık çalışanları ikinci iş yapabilir maddesini iptal etmesinden sonra karar ilgili bakanlıkça uygulanmayınca bugüne kadar devam eden kavgadan...
Bu satırları yazdıktan yaklaşık bir yıl sonra kendisi de sağlık bakanlığı yapacak hekimlerden biri, 1 Ağustos 2017 yılında günlük bir gazetede yayınlanan yazısında şunları diyordu: “... Serbest hekimler tutturmuş kamu hekimleri ikinci iş yapıyor, bu konu yasalara aykırı. Doğru. Hadi mahkemeye gidelim ve mahkeme Maliye Bakanı ve Sağlık Bakanı’na emretsin ve yasa uygulansın. Mandamus (kısaca bu mahkeme demek) bu işi çözsün. Mahkeme emredecekti ve ülkedeki sağlık sistemi düzelecekti. Yıllardır batık olan kamu sağlık hizmetleri kurtulacaktı. Hekimler muayenelerini kapatacaklar ve hastalarına sadece kamuya ait hastanelerde hizmet vereceklerdi... Günler, aylar boyunca hekimler mahkemelere taşındı. Hekimler ve hekim örgütleri bölündü, parçalandı, un ufak oldu. Gazete köşelerinde sövme, yerme, suçlu ilan etme mübah hale geldi... Sorunu çözmesi gereken sağlık bakanları işi çözemedi, dertlerini ne hükümetlerine ne de meclise anlatabildiler... Birçok hasta ortada kaldı. Mahkeme kararı bir yarar getirmedi. Hala kamu hastanelerinin altyapı eksiklikleri devam ediyor. Mesai saatleri denetlenemiyor, otomasyon başarılamadı. Acil servislerdeki hekim sıkıntısı devam ediyor, yoğun bakımda sorumlu olacak hekim yok, performans değerlendirilmesi yapılmıyor. Sağlıkta insan ve maddi kaynaklarımız özel sektöre peşkeş çekiliyor... İkinci iş sadece sağlıkta yoktur. Tüm devlet sistemini revize etmeniz gerekir. Popülizmi, rantçı politikaları ülke siyasetinden kazımadıkça, sadece birkaç hekimin muayenesini kapatarak sistemi düzeltemezsiniz.”
“Özel okullara, özel hastanelere muhtaç”
Sendika başkanlarından biri de ne fazla ne eksik şöyle konuşuyordu: “...Türkiye tarafından kurdurulan rejim vatandaşı özel okullar ve özel hastanelere muhtaç duruma getirmiştir...” Peki yukarıdaki yazıyı yazan hekim, sağlık bakanı olarak göreve geldikten sonra eleştirdiği sorunların üstesinden gelebildi mi dersiniz? Hayır! (Bir ünlem işareti daha). Fakat şimdi işin bütün sorumluluğunu onun üzerine yıkmayalım. Vatandaş olarak yukarıdaki konularda kimseye hesap sormamışsak eğer biz de en az onun kadar sorumluyuz. Kısaca söylemek gerekirse, yukarıda aktarılan sorunlar bugün de devam ediyor.
2017 yılı Şubat ayında Yargıtay Mandamus emri verip kararın uygulanması için altı ay süre verince bir kez daha tartışmalar alevlenir. Bunun üzerine Sağlık Bakanlığı, Tıp-İş Sendikası ve Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği bir tüzük hazırlar. Buna göre, özel hastaneler ve klinikler mesai bitiminden sonra “kamusal alan” olarak tanımlanır ve özel hastanelerin bazı bölümleri devlet hastaneleri bünyesine dahil edilir. Sağlık kurumları ücretler tarifesi tüzüğü ile özel klinikler kamusal alana dönüştürülürken kamuda çalışan hekimlerinin buralarda mesai sonrası özel hasta bakma olanağı elde etmesi ile Mandamus Emri by-pass edilir. Basın bu kararı eleştirir. Yukarıdaki üç kurum “organize menfaat örgütü” olarak suçlanır. Bununla ilgili yasada düzenlemeler yapılır, Cumhurbaşkanlığı’na gönderilir, Cumhurbaşkanı Meclis’e geri gönderir... Hükümet düşer, başka bir hükümet gelir, o da gider başka bir hükümet kurulur... Değişen bir şey olmaz.
Makbuzlar ortada yok
Tartışmalar bugün de devam ediyor. Yapılan düzenleme ile kamusal alan olarak tanımlanan kendi klinik ya da özel hastanelerinde hasta bakan doktorların her bir hastadan aldıkları ücretin makbuzunu ibraz etmesi gerekiyor. Alınan bu ücretin bir kısmının makbuz kesilerek ve beyan edilerek sağlık fonuna aktarılması gerekiyor. Gerekiyor. Aktarılıyor mu? Hayır. Makbuz kesiliyor mu? Hayır. Peki denetleme görevini yerine getirmesi gereken Sağlık Bakanlığı işini yapıyor mu? Hayır. Ne kadar çok “hayır” oldu değil mi?
Esas sorun nedir?
Sağlık sistemimizin en önemli sorunu hekimlerin birbirine düştüğü yukarıda anlattığım konu mudur, çok emin değilim. Yaklaşık üç aydır incelediğim sistemin sorunu, hastanelerin ve diğer sağlık merkezlerinin büyük altyapı eksiklikleri, artan ve kontrolsüz nüfusla birlikte hastane kapılarına yığılan sağlık sistemine kayıtlı kayıtsız hasta sayısı, yetersiz poliklinlik oda sayısı, otomasyonun olmaması, ilaç stoklarının yönetilememesi, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının mesaileri ile ilgili düzenlemelerin eksikliği, devletin bir hekimin yetişmesine çok büyük paralar harcamasına rağmen mezun olup ülkeye döndüklerinde onlardan yeterince yararlanamaması, özel hastane, klinik, fizik tedavi, psikoljik danışma merkezleri, eczane sayısının çokluğu, diyet merkezleri, güzellik salonları, masaj salonları ve benzer merkezlerin denetimsizliği, bazı hekim, bürokrat, milletvekili, bakan ve bazı yargı mensuplarının özel sağlık kurumlarıyla içe içe giren ilişkilerdir. Daha fazlasını sayabilir miyiz? Evet mutlaka sayabiliriz.
Sendika haykırıyor da; oluyor mu, olmuyor işte olmuyor!
Ülkemizdeki demokrasi geleneğinin en önemli parçalarından olan sendikaların sağlık sistemindeki temsilcisi Tıp-İş sağlık sisteminin düzenlenmesi için yıllardır mücadele ediyor. Daha önce de dediğimiz gibi, bu dosyada ele aldığımız her konunun üzerinde sayfalarca çalışabiliriz. Her bir konuyu sayfalarca inceleyebiliriz. Her birinden çok sayıda sonuç çıkarabiliriz. Bunun için günlere, aylara belki de yıllara ihtiyaç var.
Ne yazık ki, ne demişsek kırk yıldır hepsinin arkasında durmaya devam ediyoruz.! Kırk yıl önce konuştuğumuz konuların, sorunların, eksikliklerin arkalarından çıkıp da önlerine geçemedik bir türlü! En iyisi mi biz son birkaç yılda sendika ne demiş onlara bakalım isterseniz.
Kimin dediği, ne zaman dediği önemli değil. Birileri çıkıp demiş: “... Yıllardır söylüyoruz. Yönetenler anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ya da anlıyorlar ama gereğini yapmıyorlar... Artık haykırıyoruz. Yasalar yapılmıyor, hastanelerin fiziki koşulları berbat, alt yapıları eksik, hekim sayısı, hemşire sayısı eksik, çalışanlar nöbet tutmaktan helak oldu... Eksiklikler yüzünden hastaları özel hastanelere sevk ediyoruz, faturalar milyonlarca lira tutuyor. Faturalar yükseldikçe ücretler düşüyor. Alt yapı için bütçe ayrılmıyor, sağlık çalışanlarının eğitimine, ilaca, teçhizat alımına para yok...”
“... Sağlık Bakanı ..... (isimler önemli değil nasıl olsa değişen bir şey yok) Türkiye ile protokol imzalamış, otuz futbol sahası büyüklüğünde, 200.000 metrekarelik bir hastane yapacakmış! Peki bu hastaneyi hangi teçhizat, hangi tıbbi aletle donatacaksınız? İçine koyacağınız hekim ve hemşireyi nereden bulacaksınız?” (Son günlerde bir protokol daha imzalandı. İmzalandı değil mi?)
Ruh sağlığımız bozuk
“... Bu ülke ciddi ruh sağlığı sorunları bulunan bir ülkedir. (Eh öğrenmiş oldunuz işte.) Koruyucu ruh sağlığı alanında verilen hizmetlerin hiç biri yoktur!.. Yasalar 1930’lu yıllardan kalmıştır. Yılda yaklaşık 20.000 hastaya bakan Barış Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi sadece iki uzman hekimle hizmet vermeye devam ediyor... İmdat çığlığı atıyoruz. İki erişkin psikiyatri hekimi ile 180 yataklı hastane çalıştırmaya çalışıyoruz... Hemşiremiz eksik, psikoloğumuz eksik...”
“... Kamu özel ortaklığı adı altında hastanelerin ticari işletmelere dönmesine, sağlığın alınıp satılan bir mal olmasına izin vermeyeceğiz. (Burada Türkiye’nin denediği ve büyük zarar ettiği, bir ara bizim bakanlarımızın da aklına yatan Şehir Hastanelerinden bahsediliyor sanırım.) Eğer sağlık özelleştirilirse, alınıp satılan bir mal olursa sağlık, o zaman parası olan yaşar parası olmayan ölür bu memlekette. Bugün yaşanan sorunlardan gelen geçen tüm hükümetler sorumludur. Yasaları güncellenmedikçe hekimleri yasa dışı çalışır duruma soktular...”
“... Sağlık politikalarını açıklasınlar. Halk bu ülkenin sağlık krizinden nasıl çıkarılacağına dair partilerin görüşlerini bilsin. Halkımıza çağrımızdır. Partilerin seçim bildirgelerindeki sağlık başlıklarını iyi incelensinler. İhtiyacımız olan süslü kulağa hoş gelen sözler değil gerçek politikalardır. Bu ülkede hiç bir idarenin hekimleri yasadışı çalışmaya mahkûm etmeye hakkı yoktur. Biz hekimliğimizi yapmak istiyoruz, hastalarımıza şifa vermek istiyoruz. Doğumdan itibaren her yurttaşımızın sağlığını savunmak için mücadeleye devam edeceğiz insanlara verilen haklı mücadelelerden sonuç alınabileceğini göstermek adına, daha güzel günlerin umudu olmak adına direneceğiz. Ve elbette bu ülkede güzel günler göreceğiz...”
Ne yapmak lazım?
Şimdi. Haykırmak, meclis önüne önlük bırakmak, grev yapmak, imdat çığlıkları atmak bir işe yaramıyor demek ki. Hekim olarak tek başına mücadele etmek mi doğru olan? Yoksa sendikayla birlikte, sendikacı olarak mücadele etmeyi mi seçmek gerekiyor? Milletvekili olup, bakanlık koltuğuna oturup mücadeleye devam etmek daha mı iyi? Söylemek, konuşmak, yürüyüş yapmak, eylemlere katılıp sonunda pek fazla bir şey elde edememek çok kötü bir duygu olsa gerek. Sağlık sistemizde taraf olmak; hekimsin, sadece kamuda çalışıyorsun veya hem kamuda hem de kliniğinde çalışıyorsun, serbest çalışıyorsun. Sendikacısın, milletvekilisin, bakansın. Tarafın değişiyor mu yani? Aynı sistemin içinde değil misin? Aynı sorunları yaşamaya devam ediyor musun, etmiyor musun? Bir gün sistemin seni mutlu etmeyen bir yanı senin de yakana yapışmıyor mu? İstediğin kadar saflarını belirle, istediğin kadar ben kamu hekimiyim, ben serbest çalışan hekimim de. İstediğin kadar ben milletvekiliyim, ben bakan oldum de. Kırk yıldır çözülemeyen bu işler senin işin değil mi hala? Galiba biz bunu anlamıyoruz biraz da. Şimdi buradayım, şimdi düşüncem bu. Şimdi buraya geçtim, artık bunu düşünüyorum. Böyle mi oluyor acaba? Ne dersiniz?
KTAMS’ın dediği Tarih 16 Kasım 2016. KTAMS (Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası), dönemin sağlık bakanına aşağıdaki yazıyı gönderiyor:
“... Dünya ortalamalarında bir hemşireye beş hasta düşerken bizde on iki hasta düşmektedir. Teşkilat yasaları bir türlü tamamlanamamaktadır. Hekim, psikolog, fizyoterapist, diyetisyen, laboratuvar personeli, eczacı, teknisyen ve idari personel ihtiyacına yönelik on yıldır hiçbir münhal ilan edilmemiştir... Kamu hizmetlerinin bir kısmı taşeronlar tarafından yürütülmekte bu Anayasa’ya göre suç teşkil etmektedir. Kamu sağlık çalışanları yasasındaki çalışma saatleri ve nakil tüzüğü yürürlüğe girmemiştir. Kişiye göre uygulamalar devam etmektedir... Ek mesailer, Mağusa Devlet Hastanesi’nde çocuk hastalıkları bölümü ile doğum servisi aynı koridorda buradaki enfeksiyon riski, hastanelerin fiziki koşulları, eşit ücret sorunları, tıbbi malzeme eksiklikleri, sağlık çalışanlarını ilgilendiren yasalarla ilgili düzenlemelerin uzun yıllardır beklemesi gibi sorunlar devam etmektedir...”
Yirmi yıl önce de sorunlar aynı, 2016 yılında da aynı, içinde bulunduğumuz şu andan yirmi yıl sonra da aynı olacak böyle giderse.
Sağlıkta şiddet giderek büyüyor
Onlarca dosya arasında yaptığım incelemede sağlık çalışanlarına yönelik şiddetle ilgili elime geçen çok sayıda örnek var. Doktorlara, hemşirelere, sağlık çalışanlarına onlarca saldırı gerçekleşmiş. Her seferinde Sağlık Bakanı da dahil olmak üzere Kıbrıs Türk Kamu Görevlileri Sendikası, Kıbrıs Türk Hekimler Sendikası, Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası, Kıbrıs Türk Hemşireler ve Ebeler Sendikası, Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği, Kıbrıs Türk Tabipleri Odası saldırıdan sonra açıklama yapmış. Yıllardır devam eden bu saldırılara rağmen kalıcı bir tedbir alınmamış! Alınacak tedbirler belli oysa, bunu yukarıda saydığım kurumların tümü açıklamalarında söylüyor zaten. Saldırıların ceza hukuku kapsamına alınması, güvenlik önlemlerinin artırılması, taşeron şirketlerin değil polisin güvenliği sağlaması, sağlık çalışanlarının çalışma koşullarının iyileştirilmesi, hastanelerdeki eksikliklerden buralarda çalışanların değil ilgili kurumların sorumlu tutulmasının gerektiğini yukarıda saydığımız tüm taraflar söylüyor. Sağlık bakanları da her zaman orada, bu açıklamaları dinliyor, not alıyor, kendisi de aynı şeyleri söylüyor. Açıklamalar bitip herkes işine dağılınca o da boğulduğu günlük diğer işlerinin peşine dalıyor! Bugün bu satırları yazarken saldırılar olmaya devam ediyordu. Biliyorsunuz saldırıların biri de yaklaşık iki ay önce Ekim ayında yapıldı. Saldırı sonrası açıklama yapanlar aynı kişi ve kurumlar. Kasım ayında bir saldırı daha gerçekleşti. Aynı konuşmalar bir kez daha yapıldı. Böyle giderse çok beklememize gerek kalmayacak! Bir hekim, hemşire veya bir sağlık çalışanı çok kötü bir şekilde yaralandığında veya hayatını kaybettiğinde konuşmalar kıfayetsiz kalacak. İhtimaldir ki, kalkıp o çalışanın adını bir hastaneye, hastanedeki bir bölüme veya bir sağlık ocağına verip vicdanımızı rahatlatmaya çalışacağız. Elimizden gelen şey bununla sınırlı kalmamalı.
Yasalar halen eksik
KTAMS iş başındaki hükümetlerin sağlık icraatlarıyla ilgili sürekli eleştiriler yapmış. Sağlık nereye götürülüyor demiş, UBP-DP hükümetini eleştirmiş, CTP-BG-DP hükümetini eleştirmiş, dörtlü koalisyona laf etmiş. Bir daha UBP-HP hükümetine “yasa tanımaz icraatlarda bulunuyorsunuz” demiş. Aynı cümleler, aynı eleştiriler, sayfalar boyunca yazdığımız, incelediğimiz konulardan farkı yok eleştirilerin. On yıllardır konuşulan konularla aynı. Yıllar önce yapılanla bugün yapılan açıklamaların noktası, virgülü bile aynı.
KTAMS’ın sağlıkla ilgili dosyalarının arasında dolaşırken, sağlık sistemimizin dünyanın sonuna kadar konuşulacak konusu Sağlık Çalışanları Yasası’nın, değişik tarihlerde kaç defa ele alındığını, kaç defa değişikliğe uğradığını sayamadım. Yasa sürekli gündemde, sürekli konuşuluyor, sürekli eklemeler, değişiklikler yapılıyor. Bugün hala kimse tatmin olmuş, yasanın maddelerine tamam budur demiş değil. Yasalarla ilgili ve oldukça dramatik bulduğum bir yazılı açıklamayı sizinle paylaşmak istiyorum.
İvedi, ivedi, ivedi
Sağlık Çalışanları Yasası’nda değişiklik yapmak isteyen Sağlık Bakanı’na, dönemin KTAMS Başkanı’nın yazdığı mektuptan alıntılar yapacağım. Çok ivedi kaşesiyle gönderilmiş. Buradaki tarih 2009 yılının Haziran ayı. “... 10. madde (1)’inci fıkrada Yasaya tabi her meslek grubu Tabipler Birliği Yasası’na ve/veya bağlı oldukları birlik yasaları kurallarına uyarlar cümlesi yer almaktadır. Oysa bu yasa öncesinde hiç bir meslek grubunun yasasının çıkarılması için bir girişim yapılmamıştır.” Devam edelim; “...Fizyoterapistler Birliği ve Psikologlar Odası yasaları hazır olmasına rağmen yıllardır hayata geçirilmemiştir. Söz konusu fıkrada acil durumlar dışında hiçbir meslek grubunun hekim onayı olmaksızın kendi mesleki yetkinliğini kullanamayacağı ifade edilmektedir. Hekimlik dışındaki meslekleri değersiz kılan bu anlayış Dünya ve AB normlarındaki meslek haklarını hiçe saymakta ve mesleki alan ihlallerine neden olmaktadır. Bir ekip çalışmasının ürünü olan sağlık hizmetlerinde, hekimlik dışındaki sağlık meslek gruplarının bu denli değersiz kılınarak gelişmesinin engellenmesi büyük bir haksızlıktır. Bu sorunun çözümü meslek tanımlarının yapılarak bu yasa içerisinde yer alması ayrıca meslek yasalarının ivedilikle hayata geçirilmesi ile mümkün olabilecektir...” Bu maddeyi özellikle yazdım çünkü fizyoterapistlerin ve psikologların bu ülkede hala bir yasaları olmadığını ve bunun ortaya çıkardığı sonuçları ilerleyen bölümlerde konuşuyor olacağız.
Yukarıdaki yazıda ayrıca ilgili bakanın düzenlemeye çalıştığı 41., 44., 103., 119., 120, 121, 122, 125 ve 126. maddelerle ilgili sendikanın endişelerine yer verilmiştir. Hekimlerin mesai saatleri dışında çalıştıkları hastanede hasta kabul etmeleri, mesaiden sonra özel hastanelerde, özel kliniklerde, özel dispanser ve özel muayenehanelerinde çalışabilmeleri, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, terfilerinin düzenlenmesi, kurullara yapılacak atamalarda hekimlere diğer meslek çalışanlarına oranla öncelik verilmesi gibi konularda sendikanın ciddi eleştirileri mevcuttur. Bu eleştiriler dediğim gibi 2009 yılında yapılmış. Bu konular o yıl içinde de tartışılmış. Sonraki on yıl boyunca yani bugün de tartışılmaya devam ediliyor.
KTAMS’ın arşivlerindeki daha önceki yıllardan da alıntılar yapabiliriz. 2000’li yılların başından itibaren birbirinin aynısı konuları tekrar tekrar yazabilirim. Ben hepsini okudum. Dev klasörlerde yüzlerce yazı, yüzlerce belge. Sağlıkla ilgili onlarca basın açıklaması. Tümünden alıntılar yapıp buraya aktarmaya kalksam size haksızlık etmiş olurum. Sıkılır,
yazımı okumaktan vazgeçebilirsiniz ve bu da bana haksızlık olur. Burada bırakalım en iyisi.
Kalp Damar Cerrahisi Servisi:
Seslerini duyan var mı?
“Şu anda bir ameliyathaneleri var, ihtiyaçları üç adet. Yoğun bakımdaki yatak sayısı beş, ihtiyaçları on beş yatak. Servis odası sayısı yedi, ihtiyaçları yirmi oda.”
Kalp ve Damar Cerrahisi servisi okuduğunuz bu ‘sağlık dosyası’nın ilham kaynağıdır.
Buradaki başarı hikayesi birçok kez basında yer aldı biliyorum. Hekimlerin, hemşirelerin, diğer çalışanların yetersiz fiziki şartlara rağmen başardıkları mucize sayıldı, kendilerine sonuna kadar hak ettikleri övgüler sıralandı. Kendilerinden aldığım izinle burada yaşadıkları sorunları dikkatinize getirmek istiyorum. Dikkatimi çeken ilk şey hastaların son derece kötü ve yetersiz koşullarda yatmak zorunda kalmalarıydı. Odalar, tuvaletler, koridorlar hijyen standartlarının çok dışındaydı. Hasta yakınları ziyaret saatlerine asla ve asla uymuyor, servisin koridorlarında sürekli bir kalabalık dolaşıyordu. Ön kapı kapalıysa (çoğunlukla açık) hasta yakınları bir yolunu bulup şifre girilip açılabilen anjiyo bölümü kapısından içeriye dalıyorlardı. Diğer yandan hekimlerin ve hemşirelerin odaları DMO’dan toplandığı belli, estetikten ve işlevsellikten uzak neredeyse otuz yıllık mobilyalarla döşenmişti. Burada çalışan hekimler yeni bir binadan çoktan vazgeçmişler, projesini çıkardıkları ve çok az bir harcamayla halledilebilecek bir merkez için uğraşıp duruyorlardı.
Bu bölümün fiziksel şartlarının düzeltilmesi için başlatılan birçok girişim yarım kalmış. Hükümetler gelmiş, geçmiş. Müsteşarlar, müdürler görevden alınmış ve müşavir olarak evlerine gönderilmiş. İşleri takip eden bürokratlar sürekli değişmiş. Kısaca, Kalp ve Damar Cerrahisi servisinin taleplerinin halledilmesi için elini masaya vuracak birine ihtiyaç var. Talep ettiklerinin parasını denkleştirmek için sayın Sağlık Bakanı’na (bu yazı tamamlanana kadar hangi bakanın görevde olacağını bilemedim, işte bu nedenle isim vermek istemedim) bir teklifim olduğunu arz ederim. Özel hastanelere ödenen paraların küçük, çok küçük bir miktarını kesebilirseniz bu işin maliyeti çıkar zaten. Bu durumda adınızın kalp ve damar cerrahisi bölümüne verilmesini garanti edebilirsiniz. Buradaki hekimlerin yapılması için uğraştıkları konuları paylaşmak istiyorum. Şu anda bir ameliyathaneleri var, ihtiyaçları üç adet. Yoğun bakımdaki yatak sayısı beş, ihtiyaçları on beş yatak. Servis odası sayısı yedi, ihtiyaçları yirmi oda. 2007 yılından bu yana yaptıkları yaklaşık iki bin ameliyat aslında üç bin beş yüzle dört bin arasında olabilirmiş, bunu anladım verilerden. Başvuran hasta sayısı ile operasyon yapılabilen hasta sayısı arasındaki oran gittikçe düşüyor ve %60-70 oranında hastaya müdahale edilebiliyor bugünlerde. Hastaların beklemesinde çok büyük risk var ancak bekleme süreleri iki üç ayı bulabiliyor. Başarı hikâyeleri kolay yazılmaz. Görünebilir ve sürdürülebilir olabilmesi için, hikâyenin içinde yer alan tüm tarafların sorumluluklarını yerine getirmesi gerekir. Bu bölümdeki hekimler, hemşireler, diğer çalışanlar bir gün “biz bittik, tükendik” dediklerinde ortada konuşulacak bir başarı hikâyesi de kalmaz. Bu ülkede sağlıkla ilgili elini taşın altına koyacak kim varsa Kalp ve Damar Cerrahisi Kliniği için acilen harekete geçmeleri gerektiğini söylemek istiyorum.
YARIN:
- Eczane sayısını İngiliz İdaresi yetmiş altı yıl önce düşünmüş!
- Bir gün hepimiz delirebilir miyiz?
- Aslında nedir yapılması gereken?