“Hele bir imzalayalım bakarız, anlayışı hakim"
'Dörtlü Koalisyon'un Başbakanı, Ana Muhalefet CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman ile "protokol" ve "mutabakat zaptı"nı konuştuk
'Dörtlü Koalisyon Hükümeti’nin Başbakanı, Ana Muhalefet CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman, yeni imzalanan “Mali İşbirliği Protokolü”nün kendi döneminde yapılan çalışmalara dayandığını, ancak, özellikle toplu iş sözleşmeleri ve kurumlar açısından sorun yaratabilecek düzeyde önemli farklılıklar içerdiğini belirtti.
Protokolün “hele bir imzalayalım da sonra bakarız” anlayışı ile imzalandığı yönünde izlenimini paylaşan Erhürman, “Bunu kabul etmek mümkün değil” dedi.
İlahiyat Koleji’nin bu ülkenin bir okulu ve oradan okuyan öğrencilerin de bu ülkenin çocukları olduğunu belirten Tufan Erhürman, iki ülke eğitim bakanlıkları arasında imzalanan “Mutabakat Zaptı”nın ise çelişkiler içerdiğini söyledi.
“Hala Sultan’a Türkiye Cumhuriyeti’nden koordinatör gelmeyecekse, neden Türkiye ile mutabakat zaptı düzenleniyor” diye soran Erhürman, Anayasa’nın 90. maddesinin 4. fıkrasından hareketle metnin Meclis’e gelmesi gerektiğini belirtti.
'Dörtlü Koalisyon'un Başbakanı, Ana Muhalefet CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman ile "protokol" ve "mutabakat zaptı"nı konuştuk.
Hükümetiniz döneminde uzun süre tartışma konusu olan, hatta hükümetin düşme nedeni olarak gösterilen “Protokol” imzalandı. Protokolün içeriğine geleceğim ama öncelikle, bu protokol sürecine dair sizi çok eleştirmişlerdi.
Her şeyden önce, hükümette olduğumuz dönemde protokol konusunda yapılan eleştirilerin neler olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu konudaki eleştirileri üç başlık altında toplayabiliriz sanırım. Bunlar, protokolün imzalanmasının, dolayısıyla Türkiye’den kaynak akışının gecikmesi; ortada bir protokol metni ya da bu konuda yapılmış herhangi bir çalışma bulunmaması ve üç yıllık değil bir yıllık bir protokol imzalanmasının doğru olmamasıydı. Hiç ayrıntıya girmeden özetle üç eleştiriye de değinirsek şunları söyleyebiliriz.
Öncelikle bizim Mayıs ayında imzalayacağımız konusunda Türkiye Cumhuriyeti yetkilileriyle anlaşmaya vardığımız Protokol, bizim dönemimizde zemini çok büyük ölçüde hazırlanmış olan bir çalışma ortada olmasına karşın ancak Temmuz ayının sonunda imzalanabildi. Daha önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nden kaynak aktarımının başlaması konusunda Sayın Başbakan’ın verdiği bilgi, bunun zamanının belli olmadığı ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bürokrasinin çalışmasına bağlı olduğu yönünde. İkinci eleştiri hükümetimiz döneminde ortada herhangi bir çalışma olmadığı yönündeydi. Oysa bugün imzalanan metin eleştirilerle karşılaşınca bizim Hükümetimiz döneminde hazırlanan metnin imzalandığı yönünde savunma yapılıyor. Ortada bizim Hükümetimiz döneminde yapılan bir çalışma varsaydı (ki vardı) neden olmadığını iddia ettiniz? Ortada böyle bir metin yoksa bugün nasıl olur da bizim hükümetimiz döneminde hazırlanan metni imzaladığınızı söylersiniz? Bu iki iddianın birbirini tutmadığı son derece açık.
Üçüncü eleştiri de üç yıllık bir protokol üzerinde değil bir yıllık bir protokol üzerinde çalışılıyor olmasına yönelikti. Bizim kafamızdaki, işin mali yönü açısından yıl sonu baz alınsa dahi taahhütlerimizin Mayıs ayından itibaren bir yıla yayılması ve taahhütlerin zamanında ve eksiksiz bir biçimde yerine getirilebilmesini sağlamak için gerçekçi süreler belirlenmesiydi. O dönemde bir yıllık protokol olamayacağı ve muhalefetin üç yıllık bir protokolle ilgili çalışmalarını tamamladığı, hükümete gelir gelmez bunu Türkiye Cumhuriyeti ile görüşmeye hazır olduğu söyleniyordu. Oysa bugün imzalanan protokol beş aylık bir protokol. Üstelik birçoğu için daha fazla zamana ihtiyaç duyulduğu açık bir biçimde görülebilmesine karşın taahhütlerin tamamı için de beş aylık süre öngörülmüş durumda. Dolayısıyla eleştirilerin hiçbirinin haklı olmadığı çok açık bir biçimde görülüyor.
“İmzalanan protokol metni önemli ölçüde bizim dönemimizde yapılan çalışmalara dayanıyor. Bununla birlikte özellikle toplu iş sözleşmeleri ve kurumlarımız açısından sorun yaratabilecek düzeyde önemli farklılıklar olduğunu belirtmem gerekiyor.”
Bu protokol sizin protokol mü?
İmzalanan Protokol hükümet döneminizde hazırlanan metin mi? Bu protokol sizin protokolünüz mü?
İmzalanan protokol metni önemli ölçüde bizim dönemimizde yapılan çalışmalara dayanıyor. Bununla birlikte özellikle toplu iş sözleşmeleri ve kurumlarımız açısından sorun yaratabilecek düzeyde önemli farklılıklar da olduğunu belirtmem gerekiyor.
Herkesin hatırlayacağı gibi benim protokolün genel çerçevesine ilişkin olarak ilk günden beri söylediğim birtakım şeyler vardı. Bunlardan birincisi, teknik çalışma tamamlanır tamamlanmaz siyasi düzeyde Türkiye Cumhuriyeti yetkilileriyle bir araya gelmek ve imzalanmadan önce metnin son halini siyasi düzeyde karara bağlamaktı. Bu aslında ikinci söylediğimle de ilişkiliydi. Çünkü ikinci söylediğim de protokolün somut öngörüler içermesi, iki tarafın birbirine karşı tam olarak hangi konuda taahhüt altına girmiş olduğunun açık biçimde belirlenmesiydi. Ayrıca üçüncü bir nokta olarak, protokolde KKTC tarafının ortaya koyacağı taahhütlerin süresi içinde yerine getirilebilir taahhütler şeklinde düzenlenmesinin önemine vurgu yapıyordum. Oysa şimdi ortaya çıkan protokol bu üç noktada da birtakım sıkıntılar içeriyor.
Protokolün yeterince somut ve sürelerin gerçekçi olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Daha önce söylediğim gibi, beş aylık bir protokol söz konusu. Anlaşmanın birinci maddesi, KKTC tarafının “2019 Eylem Planı’nda belirlenen hedefleri ve reform eylemlerini zamanında ve eksiksiz olarak gerçekleştirmeyi” taahhüt ettiğini söylüyor. Bu durumda siz bu beş ayın içerisinde, ki önemli bir kısmı Meclis’in tatilde olduğu veya bütçe görüşmelerinin yapılacağı zamana denk geliyor, taahhütlerinizi eksiksiz bir biçimde yerine getireceğinizi söylemiş oluyorsunuz. Oysa protokole baktığınız zaman birçok konuda ne yapılacağının somut biçimde söylenmemiş olduğunu görüyorsunuz.
Mesela “Turizm Teşviklendirme Esasları Tüzüğünün denetim ve kapsam açısından gözden geçirilip yenilenmesi”nden tam olarak ne anlaşılıyor? Kapsamda neyin değiştirilmesi öngörülüyor? Hangi yönde değiştirilirse KKTC tarafı taahhüdünü yerine getirmiş sayılacak? Değişsin de nasıl değişirse değişsin midir üzerinde anlaşılan? Böyle bir şey olabilir mi? Bu cümle Hükümetimiz döneminde yapılan çalışmada da vardı ama biz bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti yetkilileriyle yeni turizm teşviklendirme esaslarının nasıl olması gerektiği konusunda buradan sivil toplum örgütlerinin de katılımıyla bir çalışma yürütüyorduk. Protokol imzalanmadan önce o çalışmanın da tamamlanmasını ve Protokol’e somut bir biçimde girmesini hedefliyorduk.
Ne kadarı kamu-özel ortaklığı olacak?
Benzer şekilde Hükümetimiz döneminde üzerinde anlaşılmamış olan telekomünikasyonda kamu-özel ortaklığı meselesi var. Bizim bu konudaki düşüncelerimizle Türkiye tarafının düşünceleri tam olarak örtüşmüyordu. Ben bunun en son siyasi düzeyde ele alınıp somutlaştırılması gerektiği düşüncesindeydim. Şimdi metne bakıyoruz, “Telekomünikasyon Dairesi’nin yapılandırılması çerçevesinde kamu-özel işbirliği modeli ile ihale ilanına çıkılması” öngörülüyor. Peki içeriği ne bunun? Ne kadarı kamu özel ortaklığı olacak? Altyapı buna dahil mi? Yoksa sadece işletmeden mi söz ediyoruz? Bunlar belirginleştirilmiş değil. Bu durumda neyi taahhüt etmiş oluyor KKTC tarafı? İki taraf bu cümleden aynı yöntemi ve aynı şeyleri mi anlıyorlar? Bunların tümünün netleştirilmesi lazımdı. Ama belli ki “hele bir imzalayalım da sonra bakarız” anlayışı hakim olmuş ki bunu kabul etmek mümkün değil. Bu durumda karşımıza çıkma ihtimali yüksek olan sonuç yıllardır yaşadığımızdan farklı değil. KKTC tarafı beş ayın sonunda yine Protokol’ün birinci maddesine uymamış ve taahhütlerini zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirememiş olacak ve bu hem Kıbrıs Türk halkının özgüveninde hem de TC-KKTC ilişkilerindeki karşılıklı güvende bir kez daha aşınma yaratacak. Maalesef bu sonuçtan kaçınmak çok kolay olmayacak gibi geliyor bana.
“Kıb-Tek için makul gerekçeleri nedir?”
Protokolde sizin dönemde yapılan çalışmadan farklılaşan yanlarla ilgili örnekler verebilir misiniz?
En dikkat çekici olanlar KIB-TEK ile ilgili düzenlemeler. Biz KIB-TEK’te kurumun daha verimli bir biçimde çalışmasının sağlanması için muhasebesel ayrıştırmanın yapılması gerektiğini düşünüyorduk. Şimdi imzalanan metinde konuyla ilgili olarak “KIB-TEK faaliyetlerinin fonksiyonel ayrıştırılmasının (üretim-iletim-dağıtım) tamamlanarak, muhasebelerinin ayrı ayrı takibinin yapılması”ndan söz ediliyor. Bunu siyaseten kabul edip etmemek bir yana, bu öngörünün gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söylemem lazım. Eğer fonksiyonel ayrıştırmanın tamamlanmasından kast edilen KIB-TEK’in üç ayrı şirkete bölünmesi ise bunun gerçekleştirilebilmesi için yasal değişiklik yapılması ve yasayla, yönetimi, geliri-gideri, çalışanı ayrı olan üç ayrı şirket kurulması gerekiyor. Bunun beş ay içinde yapılması zaten mümkün değil. Kaldı ki şu anda bunu gerekli kılacak hiçbir makul gerekçe de yok. Eğer kafaların ardındaki gerekçe önce fonksiyonlarına ayrıştıralım ve özellikle dağıtımın özelleştirilmesine hazırlık yapalım ise durum farklılaşır tabii. Ama bilindiği gibi şu anda KIB-TEK’ten sorumlu olan sayın bakan da stratejik bir kurum olan KIB-TEK’in özelleştirilmesinin söz konusu olmadığını söylüyor. O zaman fonksiyonlarına ayrıştırmanın makul gerekçesi ne? Bu işin beş ay içinde tamamlanması hem mümkün değil hem de böyle bir çalışmayı gerektirecek bir gerekçe yok.
KIB-TEK ile ilgili bir başka nokta, KIB-TEK’in personel maliyetlerinin azaltılması meselesiydi. Biz EL-SEN ile yaptığımız görüşmeleri de dikkate alarak bunun KIB-TEK Yönetim Kurulu’nun siyasetten arındırılması ve profesyonelleştirilmesiyle birlikte ele alınabileceğini belirttik. Nitekim imzalanan toplu iş sözleşmesinde de EL-SEN böyle bir durumda personelin özveri gösterebileceği yönünde taahhütte bulunmuştu. Oysa imzalanan Protokol’de bu konu, “KIB-TEK’te personel maliyetlerinin azaltılması yönündeki çalışmaların tamamlanması” şeklinde yer aldı. Nasıl tamamlanacak bu çalışmalar? Bu maliyetler toplu iş sözleşmesinden kaynaklanıyor. Beş ay içerisinde toplu iş sözleşmesinin değiştirilmesi mümkün mü? Bu ancak iki tarafın ortak iradesiyle yapılabilir. O zaman bu da aslında gerçekleştirilemeyecek bir öngörünün Protokol’e yazılması anlamına gelir.
“Toplu İş Sözleşmesi düzeni alt üst olur”
“Ben de kendi adıma kamudaki bazı toplu iş sözleşmelerinde kamunun personel maliyetlerini kabul edilemeyecek derecede artıran bazı düzenlemeler bulunduğunu düşünüyorum. Ancak bu sorunun çözümü kesinlikle toplu iş sözleşmesi düzenini ortadan kaldıracak ve sözleşmenin bir tarafının iradesini anlamsızlaştıracak böyle bir düzenleme değildir.”
Toplu İş Sözleşmeleri’ne yönelik protokolde yer alan maddeler de çok konuşuluyor.
Burada iki ayrı sorun var. Bunlardan birincisi “Devlette yer alan uygulamalarla yeknesaklık sağlamak adına, tüm kamu kaynağı kullanan kurumların toplu iş sözleşmelerinin imzalanmadan önce Maliye Bakanlığı’ndan onay alması” öngörüsüdür. Böyle bir düzenleme hükümetimiz döneminde yapılan çalışmada tarafımızdan kabul edilmemişti. Ancak ben kendi adıma merkezi idare içinde yer alan kurum ve kuruluşlar açısından bunun doğru ve uygulanabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte iş belediyelerin imzaladığı toplu iş sözleşmelerine gelince durum değişiyor. Çünkü belediyelerin özerkliği Anayasa’nın güvencesi altındadır. Dolayısıyla belediyelerin toplu iş sözleşmeleri için de Maliye Bakanlığı’nın onayını aramak bence hukuken mümkün değil. Belli ki bu konu da yeterli ciddiyetle ele alınmamış ve altına girilen taahhüt somut biçimde düzenlenememiş.
Bence bundan daha önemlisi toplu iş sözleşmeleri ile ilgili ikinci düzenlemedir. Protokol’e göre, “Yeni toplu iş sözleşmesi imzalanamadığı durumlarda eski toplu iş sözleşmesinin getirdiği ek tahsisatların geçerliliğinin devam etmemesini sağlamak amacıyla 24/1996 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Referandum Yasası ve 22/1992 sayılı İş Yasası’na ilişkin değişiklik yasa tasarılarının hazırlanıp Meclis’e gönderilmesi” KKTC tarafının bir taahhüdüdür. Açıkça söylemek gerekir ki böyle bir yasa değişikliği toplu iş sözleşmesi düzenini alt üst edecek ve sendikaların iradesini anlamsız kılacak bir sonuç doğurur. Çünkü bu durumda sözleşmenin süresi dolduktan sonra yeniden pazarlık masası kurulduğunda idarenin toplu iş sözleşmesi imzalamasını gerektirecek herhangi bir motivasyon kalmaz. Çalışanlar, ya daha önce elde edilen haklardan vazgeçme ya da toplu iş sözleşmesiz çalışmayı kabul etme seçenekleriyle karşı karşıya kalırlar. Yine açıkça söyleyeyim. Ben de kendi adıma kamudaki bazı toplu iş sözleşmelerinde kamunun personel maliyetlerini kabul edilemeyecek derecede artıran bazı düzenlemeler bulunduğunu düşünüyorum. Ancak bu sorunun çözümü kesinlikle toplu iş sözleşmesi düzenini ortadan kaldıracak ve sözleşmenin bir tarafının iradesini anlamsızlaştıracak böyle bir düzenleme değildir. Böyle bir öneri hükümetimiz döneminde teknik heyetler arasında yapılan görüşmelerde de gündeme gelmiş ancak biz bunu kabul etmemiştik. Benim düşüncem bu konuyu siyasi düzeyde ele almaktı ve bunun doğru olmadığının Türkiye Cumhuriyeti tarafına anlatılabileceğine inanıyordum.
Telefonda kamu-özel ortaklığı
Telefonda “kamu özel ortaklığı” meselesi daha önceki taslakta da vardı. İmzalanan protokolde farklılık var mı?
Dörtlü hükümet döneminde, hükümette olan partilerin seçim programlarında telekomünikasyonda kamu-özel ortaklığı bulunduğundan hükümet programına da bu girmişti. Dolayısıyla hükümetimizin bu konuyla prensipte bir sorunu yoktu. Ancak teknik heyetler arasındaki görüşmelerde bunun yöntemi konusunda fikirler örtüşmedi. O nedenle son gelinen noktada karşılıklı olarak önerilerin hazırlanmasına ve “iki ülke siyasi makamlarının talimatlarına sunulmasına karar” verilmişti. Bizim düşüncemiz bu konuyu da son noktada siyasi düzeyde ele almak ve Protokol’de taahhüt altına girerken somut olarak hangi konuda taahhüt altına girdiğimizi net bir biçimde yazmaktı. Ama imzalanan protokolde bu konu “Telekomünikasyon Dairesi’nin yapılandırılması çerçevesinde kamu-özel işbirliği modeli ile ihale ilanına çıkılması” şeklinde düzenlenmiş ve daha önce söylediğim gibi tam olarak neden bahsedildiği, hangi konuda taahhüt altına girildiği hiçbir biçimde netleştirilmemiştir.
Protokollerle neden hep bu tip tartışmalar gündeme gelmektedir?
Her şeyden önce şunu söylemem gerekiyor. Kıbrıs Türk halkının sosyal ve ekonomik kalkınması meselesini yalnızca Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan protokoller çerçevesinde ele almayı da Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan protokolleri genellemeci bir bakış açısıyla yanlışlamayı da doğru bulmuyorum. Hükümetimizin son döneminde uzun Bakanlar Kurulu toplantılarında kendi olanaklarımızla gelirlerimizi artıracak ve giderlerimizi azaltacak düzenlemeleri, yani bir tür “iç paket”i ele almamızın sebebi buydu. Böyle bir çalışma yapmalı ve bunun ardından Türkiye Cumhuriyeti’nden protokoller aracılığı gelecek kaynakları yalnızca yatırımlara ayırabileceğimiz, kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi yaratmalıyız düşüncesinden hareket ediyorduk ki bence doğru olan ve bundan sonrası için geliştirilmesi gereken vizyon da budur. 15 aylık hükümet döneminde, üstelik Türk Lirası döviz karşısında çok ciddi değer kaybı yaşarken, çok sınırlı dış kaynakla gösterilen performans da bunun yapılabileceğini ortaya koyuyordu. Bu arada şu anda aktarılması öngörülen 750 milyonluk kaynağın içeriğini de bu açıdan daha dikkatli bir biçimde ele almak gerekiyor. Bilindiği gibi bu kaynağın ana kısmı 675 milyonluk savunma harcamaları kalemidir. Yine bilindiği gibi hükümetimiz döneminde 2108’de 188 milyon, hükümetin görevden ayrılmasına kadarki dönem de dahil edilirse toplamda yaklaşık 300 milyon TL’lik savunma harcaması KKTC’nin yerel kaynakları kullanılarak yapılmıştı. Yani bu 675 milyonun içerisinde hükümetimiz döneminden devreden bu üç yüz milyon da var ki bu yeni hükümet için son derece önemli bir olanak. Bütün bunlar 15 aylık hükümet döneminin kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi yaratma hedefinin gerçekçi olduğunu göstermek bakımından önemli olduğunu ortaya koyuyor diye düşünüyorum.
Tabii buna ek olarak Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanacak protokollerin de ciddiyetle ele alınması, Kıbrıs Türk halkının sosyal ve ekonomik kalkınmasının sağlanması hedefiyle, öngörülerin, taahhütlerin somut ve açık biçimde yazılması ve gerçekçi sürelerin belirlenmesi gerekiyor. En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta da protokole imzalanmadan önceki son halinin siyasi düzeyde verilmesidir diye düşünüyorum. Bu şekilde yapılacak çalışmalar protokollerle ilgili tartışmaları da minimize edecek ve protokolleri doğru zemine oturtabilecektir kanaatindeyim. Ancak imzalanan beş aylık protokolde, üstüne üstlük yararlanılabilecek önemli bir ön hazırlık da varken bu çabanın gösterilemediğini, konuya, “hele bir imzalayalım da sonra bakarız” anlayışıyla yaklaşıldığını görüyor ve üzülüyorum.
Tufan Erhürman’a, Türkiye ve KKTC Eğitim Bakanlıkları arasında imzalanan “Mutabakat Zaptı”nı sorduk:
“Türkiye Cumhuriyeti’nden koordinatör gelmeyecekse, Türkiye ile neden
mutabakat zaptı imzalanıyor”
KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı arasında da bir işbirliği mutabakat zaptı imzalandı. Bu belgeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce bu metin genel olarak değerlendirildiğinde birkaç nokta dikkat çekiyor. Birincisi metnin tamamen İlahiyat Koleji ile ilgili olması. İkincisi metindeki bazı maddelerin dil ve anlatım açısından uluslararası bir metinden beklenmeyecek bazı sorunlar taşıması. Öyle ki bazı maddeleri okuyup anlamak pek kolay değil. Üçüncü nokta, böyle bir metne neden ihtiyaç duyulduğu meselesi! İlahiyat Koleji KKTC’de faaliyet gösteren bir okul. Anadolu İlahiyat Lisesi programı oluşturulması öngörülüyor ki böyle bir programı oluşturmak için iki devlet arasında bir “mutabakat zaptı” imzalamaya gerek yok. KKTC Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir programın açılmasına ihtiyaç duyuyorsa, bunu herhangi bir uluslararası anlaşma imzalanmasına gerek olmaksızın yapabilir. Dahası, özellikle metnin 8. maddesiyle ilgili tartışmalarda sayın bakan, düzenlediği basın toplantısında, “koordinatörler”in Türkiye Cumhuriyeti’nden gelmeyeceğini söylüyor. Bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti’nden gelmeyecekse bu neden Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan bir “mutabakat zaptı”nda düzenleniyor bunu anlamak mümkün değil. Sayın bakan ayrıca bu kişilerin “zümre başkanı” olarak görev yapacağını söylüyor. Zümre başkanlığı bizim mevzuatımızda var olan bir statü. Bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti’nden gelmeyecekse, KKTC mevzuatında “zümre başkanlığı” da var olduğuna göre, neden yeni bir statü olarak “koordinatörlük” yaratılmak isteniyor? O zaman da bu soru yanıtsız kalıyor. Bu arada, bizim mevzuatımızda olmayan bir statü yani “koordinatörlük” bu “mutabakat zaptı” ile yaratıldığına göre, işlevinin zümre başkanı ile aynı olacağı söyleniyor olsa bile, yeni bir statü söz konusu olduğundan bu düzenleme bizim yasalarımızda değişiklik yapan bir düzenleme olarak görülüyor. O zaman da Anayasa’nın 90. maddesinin 4. fıkrasına göre bu metnin Meclis’e gelmesi gerekiyor. Tüm bunların yanında “Mutabakat Zaptı”nın 1’inci ve 14’üncü maddelerinde yer alan KİSAV ile ilgili düzenlemeler Bakanlık ile KİSAV arasında bir yetki karmaşası, dolayısıyla yönetsel sorunlar doğurma riski taşıyor.
İlahiyat Koleji bu ülkenin bir okulu ve oradan okuyan öğrenciler de bu ülkenin çocukları. Geçmişte burada bazı yönetsel sorunlar yaşandı ve herhalde hiç kimse benzer sorunların yeniden yaşanmasını arzu etmez. Bunun için de buradaki yönetsel yapının bir düzene kavuşturulması gerekiyor. Böyle bir düzenin oluşturulması için uluslararası bir anlaşmaya ya da “mutabakat zaptı”na gerek yok. Ama bu iş nedense böyle bir metinle halledilmeye çalışılmış. Daha önemlisi bu metinle düzen sağlanacağı yerde, gerek dil, gerekse içerik itibarıyla yukarıda sözünü ettiğim gerekçelerle yeni yönetsel karmaşa ihtimallerine kapı aralanmıştır. Az önce belirttiğim gibi, benim düşünceme göre bu metnin Anayasa’nın 90. maddesinin 4. fıkrasından hareketle Meclis’e gelmesi gerekiyor. Umarım orada yapılacak tartışmalar çerçevesinde gereksiz yönetsel karmaşa riskleri yaratmayacak bir sonuca varılması mümkün olur.