HEPİMİZE SIMSIKI SARILAN ÖLÜLER!
Ankara’da gün başlarken, ağır ağır aydınlanıyordu bulutların arasından gökyüzü…
Sonbaharın dağıttığı ağaç yapraklarında akşamdan kalan buz kristallerine basarak yürüyor sabaha erken başlayan ayaklar…
Kızılay başka kokar, sabahın erken saatlerinde…
Hem güne başlamanın telaşı hem de haftasonu için hazırlanan meydanların öğleye doğru dolup taşacak kalabalıklara kaldırım taşlarında yer açtığını, her yerin kahverengi renkli simit tepsileriyle dolduğunu görebilirsiniz.
Her cumartesi olduğu gibi, bizler rutin bir şehir yaşamının sabahına uyanırken, endişe içinde bıraktığımız bir önceki günlerin ve yaz başlarından bu yana yaşanan acıların dolduğu tedirgin gözlerimizin mahmurluğunda bakıyoruz pencerelerimizden sabaha…
Ve her gün, gün başlarken aynı kaygılı soruyla bakıyorum sokağa… Acaba bir gün doğduğum küçük adaya “Barış” gelecek mi? Diline, dinine, ırkına, kültür farklılığına inat iki toplum tüm dünyaya barışın nasıl nefes alabildiğini Çam Ağaçları’nın altında ve biçimden biçime giren bulutlu gökyüzünün rengiyle, yani mavinin eşsiz renk tonlarıyla gösterebilecek mi?
Bu soruyu sorduğum sürece yaşadığım ülkenin gri havasına bakabiliyorum, her sabah…
Sorunun ucunda beliren cevaba, “bir gün gelecek!” umuduna inanmadığım gün sanırım her şey son bulacak.
Nefesim kesilecek, umudun tomurcuk hali meyvesini vermeden dallarından toprağın çorak yüzüne düşecek.
Ancak, o gün gelecek umudu, Pandora’nın kutusundan, tüm kötülüklere inat, çıkabildiğinde ve denizin dalgalarına karışıp kıyıya vurduğund,a sınır örücülerin dikenli tellerine yasemin çiçeklerinin kokusu engel olabilecek.
Yaşamına barışın ve demokrasinin soluğunun sızabildiği “yegâne” insanlarla dolu dünya… Daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu bugün, 10 Ekim 2015, daha da iyi anlıyorum.
Dünya, ülke, coğrafya, toplum ve halk barışına ulaşmanın tek dilinin demokrasi olabileceğine ve bu yönde ilerlemenin, çocuklarımızın geleceğine dair yaseminleri çoğaltacağına inanmalıyız. Böylesi bir inanç, halkların ve dillerin bir arada yaşayabileceği ütopyasına dönüşecektir.
Bugün Ankara’da ütopyalar ağlıyor.
Bugün Ankara’da gri bulutların arasından görünen güneş -ki güneş bizi sıcak tutan, koruyan, kollayan ışık değil midir?- karanlığın zorbalığıyla gölgelenmiştir.
Bugün Ankara’da bu satırları yazarken 86 kişinin acı dolu bedenine bulandı sözcükler…
Buzdan dikenlerin içine uzandı bedenlerimiz…
Her bir diken bedenlerimize ve yüreğimize battığında bir sözcük saklanır ağzımızda…
86 canı düşündüğümde biraz daha uzaklaşıyor benden bu şehir…
Hepimize sımsıkı sarılıyor ölüler… Çünkü hiçbir şeyin gücü yoktur özgürlüğe inananları ayırmaya…
Ne aklıma takılan Ada’ya dair sorular ve de sorunlar, ne de dağlardaki çitlembik ağaçlarının kokusu ulaşır burnuma…
Tek düşüncem, belli ki: Babil’de kargaşaya sürüklenmiş dünya!
Dillerimiz değişmiş, sözcüklerin anlamı kargaşaya karışmış ve sınırlar çizilmiş olsa da tek bir kelimenin gücü yetecektir dünyayı kurtarmaya!
BARIŞ.