1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. “Her cümle bir öpücüktür; her paragrafsa bir kuşatma...!”
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

“Her cümle bir öpücüktür; her paragrafsa bir kuşatma...!”

A+A-

 

Siyasetin kızıştığı, bölgede gerilimlerin arttığı, hem neden hem sonuç bağlamında sözcüğün yazıldı mı kin ve nefret kusmasının, söylendi mi intikam çığlığına dönüşmesinin, dokundu mu kan akıtmasının makbul ve revaçta olduğu şimdilerde, “Her cümle bir öpücüktür; her paragrafsa bir kuşatma” diyerek yola koyulan bir romandan -üstelik merkezinde Nietzsche olan bir romandan- söz eden bir yazıyı - hele bu yazı on üç yıl önce yazılmışsa- paylaşmanın bir anlamı var mı, bilmiyorum. Yine de, sözcüklerin bu denli kirlenmesinden, dilin dar alanlara sıkıştırılıp bu denli sığ ve saldırgan bir hal almasından rahatsızlık duyanlar ve “her cümlenin bir öpücük; her paragrafın bir kuşatma” olduğuna hâlâ inanlar vardır düşüncesiyle, ‘çok zamanlı, çok katmanlı, çok çağrışımlı ve çok dilli bir rüyanın romanını’ konu alan o eski yazıyı, güncelleme ihtiyacı duymadan (dünyanın bugünkü haline bakıldığında o günkü kimi tespitler fazla iyimser görünüyor olsalar da), bir kez daha yayınlıyorum.

*   *   *      

Lance Olsen’in “yazmak neredeyse otuz yılımı aldı” dediği romanı “Nietzsche’nin Öpücükleri” çağrışımları yoğun bu çarpıcı cümle ile başlar: “Her cümle bir öpücüktür..” ve birkaç satır sonra gelen “her paragrafsa bir kuşatmadır” ek cümlesiyle tamamlanarak aurası geniş bir aforizmaya dönüşür. Nietzsche ile yola çıkan ve otuz yıl boyunca onu anlamaya çalışan yazar, bu zorlu ve kahırlı serüveni tek bir cümlede bundan daha iyi özetleyebilir miydi, doğrusu bilmiyorum; ancak L.Olsen’in içimizde yankılanan bu cümle ile başlayan ve özgün bir anlatı boyunca  “Nietzsche’nin dünyasına nüfuz eden” romanı, Nietzsche’nin yazı ve düşünce dünyasına ve trajik yaşamına aşina olanlar için hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, başından sonuna debisi ve sarsıntıları yüksek dalgalı bir nehir gibi akar ve okuyucusunu da beraberinde sürükler. Konunun uzmanları ve eleştirmenler ne yazarlar bilemem ama, burada içiçe geçen çok zamanlı, çok katmanlı, çok dilli ve çok çağrışımlı bir rüyanın romana dönüşürken kazandığı olağanüstü başarı ve etkinin ne olduğunu düşünmeden de edemiyor insan. Acaba bu sancılı rüyanın özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran, bir süre unutulan ve sonra adeta yeniden keşfedilen, ancak çok farklı biçimlerde anlaşılan (belki yeterince anlaşılamayan) ve yorumlanan (belki yeterince yorumlanamayan) Nietzsche tarafından görülüyor olmasında ve onun üzerinden anlatılmasında mıdır hikmet. Eğer öyleyse, roman (edebiyat) ve Nietzsche arasındaki bu birbirini tamamlayan çarpıcı, doğurgan ve gizemli ilişki nereden kaynaklanıyor.?

 

İşin sırrı galiba yaşadığımız bu yeni dönemin içinde saklı. Yirminci yüzyılın son dönemlerine kadar Aydınlanmanın, rasyonalizmin, pozitivist çeşitlemelerin ve nihayet modernizmin mutlak ideolojilerinin doğruya, gerçeğe ve hakikate ulaşmada, onu elde etmede, anlamada ve anlatmada bize verdiği yanılmaz gücün ve inancın, bu yüzyılın (20.yüzyılın) sonu itibarıyla duvara toslaması kafalarımızı karıştırdı. Bu büyük çarpışmadan sonra mutlak olan her şey parçalandı. O güne kadar tekleştirdiğimiz doğrularımız ve inançlarımız, hayatımıza anlam ve yön veren gerçeklik algılarımız ve tutunduğumuz hakikatlerimiz elimizden kaymaya başladı. O kadar ki yaşananlar karşısında bildiğimiz kelimeler ve cümleler yetersiz kaldı; dil kısırlaştı; ideoloji(ler) tıkandı; anlam kaymaları oldu; siyaset savruldu; (sosyal) bilim kısa düştü; düşünce zorlandı; rüyalarımız ve hayallerimiz kirlendi; içimiz ve zihnimiz acıdı ve o güne kadar nereye varacağını, en azından öngörebildiğimiz geleceği(mizi)n yolu çatallanarak belirsizliğin yoğun sisi altına gömüldü.

 

Alacakaranlık ve karamsar bir tablo gibi görünse de bu, hayatın ve olayların akışı durmadı. Aksine ilk bakışta ürkütücü olsa da bu yoğun belirsizlik,  kendi içinde yeni imkânları da doğurdu ve hayatın her alanında, bir yandan insanoğlunun yaratıcılığını teşvik ederken bir yandan da onu özgürleştirmeye başladı. Daha açık bir ifadeyle, yaşanan bu yeni süreçte artık doğrunun, gerçeğin ve hakikatin tekliğinin çoğullaşması (ve artık o gerçeğin ve hakikatin öteki(ninki)ni de hesaba katmak zorunda kalması nedeniyle göreceleşmesi), o tekliğe mahkûm olmuş zihinlerimize, şimdi o çoğulluğu kavramak adına yeni imkânlar sundu, yaratıcılığını zorladı ve onu özgürleştirdi. Üstelik bu yaratıcılık ve özgürleşme sadece geleceğe yönelik olarak değil, geçmişe yönelik olarak da harekete geçti.  Hem geçmişle bir yüzleşme ve hesaplaşma sürecine dönüştü ve hem de geleceğe yönelik olarak, kimi zaman ipin ucu kaçsa da, her alanda yeni metodolojik ve deneysel arayışları ve uygulamaları da gündeme getirdi..

 

Yaratıcılığın derinliği, göreceliğin çeşitliliği ve özgürlüğün genişliğinde hayat bulan ve bu nedenle de yeni ve deneysel olana açık duran -en azından durması gereken- romanın (edebiyatın) Nietzsche ile buluşması da galiba burada gerçekleşti. Nitekim Olsen kendi adına bu buluşmanın nasıl gerçekleştiğini “Nietzsche’nin kafamdaki yerini tam olarak açıklamak imkânsız olsa da, en azından onun benim için her şeyin düşünülebildiği ve düşünülmesinin gerektiği entelektüel bir olasılık uçurumu demek olduğunu söyleyebilirim. Bana göre, onun felsefesi belirsizlikler ve yerle bir etmeler üzerine kurulu ve tam da bu nedenle özgürleştirici.” sözleriyle açıklarken, bir bakıma içinde yaşadığımız çağın ve bu çağın (yeni) roman sanatının Nietzsche ile yeniden buluşmasının sırrını da ortaya koymuş oldu. “Felsefe yapma tarzı” mutlak düşünce sistemleri yerine parçalı -ve belki dağınık- düşünce yapıları ile kendini ifade etmekten geçen ve bu bağlamda tam da Olsen’in altını çizdiği gibi “felsefesi belirsizlikler, yerle bir etmeler üzerine kurulu ve tam da bu nedenle özgürleştirici.” olan Nietzsche’nin;  bu ‘belirsizliklerin’, ‘yerle bir etmeleri’in ve bütün bunlara bağlı görece (zihni) ‘özgürleşmeler’in yaşandığı yeni dönemle buluşması kaçınılmaz hale geldi. Bir başka ifadeyle, yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan büyük sarsıntı ve yıkımların her alanda yol açtığı belirsizlik ve dağınıklık karşısında , belki çözüm üretmek anlamında değil -bu konuda Nietzsche’nin çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değil-; ancak, roman sanatında çok daha büyük karşılık bulabilecek olan, mutlak düşünce sistemlerini sarsmak ve yıkmak ve buradan hareketle de belirsiz olana ulaşmada farklı yollar ve açılımlar sergilemek anlamında Nietzsche ve onun “deneysel düşüncesi” önem kazandı. Sadece bu da değil. Yine onun, bu çok parçalılık ve görecelik haline denk düşen ve neredeyse tek bir cümlede ya da paragrafta ifadesini bulan aforizmalardan müteşekkil, çok katmanlı ve çok çağrışımlı ve gerçekten her cümlesiyle ve paragrafıyla sıkışan bilinci ve uyuklayan ruhu ayağa kaldıran muhteşem dili, (yeni) romana (roman sanatına) da yaratıcılığı teşvik eden geniş bir alan açtı ve Olsen’in de belirttiği gibi sonuçta “her cümle bir öpücük, her paragrafsa bir kuşatma” halini aldı.

 

Hasta yatağında ölüme yatmış ve ölümcül rüyalar gören Nietzsche’nin sayıklamalarının anlatıldığı “Nietzsche’nin Öpücükleri’ romanını, kanımca farklı ve etkileyici kılan da bu oldu. Nitekim Olsen kendisiyle yapılan söyleşide (Express Dergisi, Nisan 2007) roman dili olarak aynı anda birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahış kiplerini kullanırken muradının üçlü, üç boyutlu bir bakış açısı getirmek suretiyle romanına çok zamanlı geniş bir alan yaratmak olduğunun altını çizer ve bu şekilde “birinci tekilin gerçek zamanı (Nietzsche’nin son saatlerini), ikinci tekilin bir rüya zamanını (her biri vücuttaki bir organa bağlanan sanrılar), üçüncü tekilinse Nietzsche’nin belleği ve dolayısıyla tarihi belli bir yere oturtmak için başarısızlıkla sonuçlanacak bir mücadeleye girişmesini” anlatmaya çalıştığını belirtir. Doğrusu ya yazarın çok ustaca kullandığı bu üçlü dil, sadece romanın etkisini artırmakla kalmaz; dilin yaratıcılığından ve zenginliğinden kaynaklanan çağrışımları yoğun bir okuma çeşitliliği ve derinliği -ve haliyle bir anlam ve duygu çeşitliliği ve derinliği- kazandırarak, belirsizlikler dünyasına doğru yeni kanallar açar; gerçek dünya ile düş dünyası ya da bilinçle bilinçaltı arasında karşılıklı geçişler yaratır ve sonuç olarak yine Olsen’in ifade ettiği gibi “dünyaya ve dile dair hiç düşünmeden kabul ettiğimiz her şey paranteze” alınmış olur..

 

Yukarda sorduğumuz ve peşinden gitmeye çalıştığımız roman (sanatı) ve Nietzsche arasındaki birbirini tamamlayan çarpıcı, doğurgan ve gizemli ilişkinin ne olduğu hakkında bir başka romancı, Milan Kundera da, önemli tespitlerde bulunur. ”Saptırılmış Vasiyetler” kitabında bu ünlü romancı, Nietzsche’nin “dizgeyi redderek, felsefe yapma tarzını derinlemesine” değiştirdiğinden söz eder ve bu durumu da dizgelere ve sıkı düzene direnen “gerçek romansal düşünce” ile Nietzsche’nin düşüncesinin örtüşmesi olarak açıklar. Keza bu “dizgesel düşüncenin reddi”nin hem düşüncenin kendisine ve hem de bu düşünce ile örtüşen romana ‘deneysellik’ imkânı ve ‘izleksel genişleme’ sağladığını vurgular. Ve nihayet Kundera da, Nietzsche’nin bu ‘dizgesellikler komedisi’ni sarsan ve parçalayan düşünce tarzı ve bunu ifade eden dilinin (üslûbunun) kimi zaman tek, kimi zaman  birkaç sayfa süren cümlelerde ve paragraflarda karşılığını bulduğunun  -ve bu nedenle onda temel bütünlüğü aslında ‘bölüm’ün oluşturduğunun- altını çizer ve adeta o da “her cümle bir öpücüktür, her paragrafsa bir kucaklaşma” aforizmasıyla buluşur.

 

“Nietzsche’nin Öpücükleri” romanında, nefis ve geniş ufuklu bir okuma şölenine dönüşen ‘Nietzsche-roman’ buluşması, bir yandan da akla Nietzsche’nin düşüncelerinin daha çok geleceğe ait olduğunu işaret eden “Yalnızca yarından sonraki gündür bana ait olan. Bazı insanlar öldükten sonra doğarlar” sözlerini getiriyor. İlginçtir “her cümle bir öpücüktür; her paragrafsa bir kuşatma” ile başlayan roman da, Nietzsche’nin doğumunun anlatıldığı sahne ve şu son cümle ile bitiyor:

“Küçük Fritz’e bakın diyor ebe..Geleceği öpüyor..”

 

   

Bu yazı toplam 2365 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar