“Herkes” için eşitlik değil, “her canlı” için eşitlik!
“Herkes” için eşitlik değil, “her canlı” için eşitlik!
Fezel Nizam
[email protected]
Bugünlerde hafızam bana sık sık oyunlar oynasa da asla unutamayacağım birkaç gün var geçmişimde. Bunlardan bir tanesinde, sıradan başlayan günüm, duyduğum bir haber ile hayatımın dönüm noktalarından biri oluvermişti. Bir kadının uğradığı tecavüz haberi ile sarsıldığımı çok net hatırlıyorum. “Basit” bir tecavüz de değildi bu üstelik. Tecavüzcü kadının bedenini muhtelif parçalara bölerek, ayrı ayrı poşetlemiş ve poşetleri çöp bidonuna bırakmıştı. Haberin etkisi ile koltuğa çöküp, uzun süre öylece oturdum. Yüreğim kadının bedeni gibi paramparça, aklım ise sorgu sual peşindeydi. Ataerki, eril tahakküm, cinsiyetçilik… Kelimeler sırayla geçiyordu gözümün önünden.
Bunları düşünürken, kendimi markette buldum. Neden gittiğimi, ne alacağımı dahi bilmiyordum. Aklım kadında takılı kalmıştı. Reyonlar arasında gezinirken raflarda duran tavukların ve ineklerin cansız bedenleri gözüme çarptı. Tıpkı tecavüze uğrayıp öldürülen kadın gibi, bu hayvanların da bedenleri muhtelif parçalara ayrılmış ve özenle poşetlenmişti. Beynimden vurulmuşa döndüm o an. Haberde duyduğum kadının ölümüne isyan etme isteğim, hayvanların cansız bedenleri karşısında daha da pekişmişti. Hayvanların cansız bedenleri “göğüs”, “but” gibi yeni isimlerle tüketim pazarının bir parçası halini almıştı. Bence bu işte büyük bir yanlışlık vardı. Peki, neydi beni bu konuda bu kadar hassas yapan? Galiba hayvanlara yönelik yapılan muamele ile haberde duyduğum tecavüz mağduru, cinayet kurbanı kadına yönelik yapılan muameledeki bu büyük benzerlik kanımı dondurmuştu. Sonra daha detaylı düşününce, benzerliğin sadece bu kadınla sınırlı kalmadığının farkına vardım. Yaşayan hayvanları “et” haline getirip, tüketim nesnesi yapan zihniyet ile kadınları bir mal veya “cinsel obje” olarak gören zihniyet tamamen aynıydı. Her iki canlı grubu da nesneleştiriliyor ve bu nesneleştirilme aracılığı ile istismar edilmeleri meşrulaştırılıyordu. Kadının insan haklarını inkâr eden eril şiddet ile hayvanın yaşam hakkını göz ardı eden kesme eylemi ancak nesneleştirme yolu ile meşrulaştırılıyordu. Aslına bakarsanız, et yemek ile ataerki arasındaki bağlantılar o denli yoğundur ki, et kadının maruz kaldığı şiddetin metaforu olarak da sıkça kullanılır. “Et” kadına uygulanan şiddet ile sindirme veya tecavüzden sonra kadını tüketme modeli olarak çoğu zaman başvurduğumuz bir örnekleme olur. Cinsel olarak arzulanan bir kadın, bir an önce elde edilmelidir. Hem hayvanları hem de kadını tüketilesi bir objeye dönüştürmek, dünya üzerindeki varlıklarını görmezden gelmenin en iyi yoludur. Kadınlar için yapılan “Çok ateşli bir piliç” benzetmesi kadını tüketmenin meşru yöntemlerinden biridir. Ayni zamanda tecavüz mağduru kadınların sıklıkla kullandığı “Kendimi bir et parçası gibi hissettim” söylemi de kadın bedeninin değersizleştirilmesi ile bağlantılıdır. Ev içi şiddet vakalarında yaşanan erkeğin, kadının gözü önünde bir hayvana şiddet göstermesi, erkeğin iktidarını kanıtlama çabasıdır. Kadına; sıradakinin kendisi olabileceği mesajını vererek kurbana dolaylı yoldan “bana itaat et” der.
Peki, biz ataerkiden bu kadar rahatsızken, hayvanları sadece çektiğimiz ızdırabın benzetmesi olarak mı kullanmalıyız? Ayni eril zihniyet hem kadın, hem de hayvan bedeni üzerinde tahakküm kurma arzusundadır. İktidara giden en güzel yol ise şiddetten geçer. Şiddet, Hannah Arendt’in de dediği gibi “Güç ya da fiziksel kuvvetten ayrı olarak daima alet edevata ihtiyaç duyar”. Hayvanlar, kesilmeleri için kullanılan çeşit çeşit, boy boy bıçaklar ile şiddete maruz kalırlar. Kadınlar ise bıçak, silah, kemer aracılığı ile veya taciz-tecavüz vakalarında olduğu gibi el, kol, penis gibi organlar aracılığı ile eril şiddeti hissederler. Hayvanlar ile nesneleştirilmek, görmezden gelinmek yanında ayrıca maruz kaldığımız şiddet araçları yönünden de benzeştiğimiz aşikârdır.
Bu yazıyı yazarken, kasabın satırı eline alıp hayvanın vücudunu parçalara ayırdığı geldi sık sık gözümün önüne. Sonra bir düşündüm de hayvanların öldürülmesi için özellikle tesis edilen yerler, mezbahalar var. Şehir dışında, gözden uzak hayvan cinayetlerinin meşrulaştığı noktalar buralar. İnsanların hayvanların maruz kaldığı muameleyi görmemesi, sesten, kokudan rahatsız olmadan tüketimini rahatça sürdürebilmesi için özellikle şehir dışına alınan mekânlar. Sonra olamaz dedim, yine mi? Bir benzerlik daha mı? Seks köleliğinin meşrulaştırılmaya çalıştığı yerler de şehir dışlarında değil mi? Kadınların zorla alıkonulduğu, insanca şartlarda yaşamadığı, çalışma saatleri, kendilerine ayıracakları bir zamanlarının dahi olmadığı; üzerlerinden para kazanmak için nesneleştirildiği mekânları da gözden uzak noktalara taşıyorlar. Görmeyelim, bilmeyelim, duymayayım diye. Ama aslında; görüyoruz, biliyoruz, duyuyoruz!
“Gelin şiddetin her biçimini engellemek için çalışalım. Gelin şiddet orucu ve vegan ziyafet başlatalım. Bir araya gelip aşureyi paylaşalım. Hâkim kültürün değer yargılarını ters yüz edip, ölüme değil yaşama değer verelim. Gelin pilav yiyelim ve kadınlara inanalım.”
Carol J. Adams
----------------------------
Carol J. Adams. Etin Cinsel Politikası. Ayrıntı Yayınları. 2013, s.17.