Herkes İçin Sosyoloji: Toplumsal Sorunlara Sosyolojik Bakmak
Oysa bireysel yaşantılarımızı ilgilendiren pek çok olayın aslında daha fazla anlamı veya sorunu yansıttığını görebilmemiz gerekir.
Nügen Derman Duru [email protected]
“Eğer sosyolog biraz rahatsızlık veriyorsa, bunun nedeni, bilinçsiz kalınması istenen şeylerin, bilincine varmaya zorlamasıdır.” (P. Bourdieu)
Değişen dünya, değişen koşullar, tarihin her döneminde görülen bir gerçeklik olan ‘toplumsal sorunlar’ı karşımıza çıkarmaktadır. Çatışmalar, gerilimler, bölünmeler arttıkça toplumsal sorunlar üzerinde tartışmalarımız gündemimizi daha çok meşgul etmektedir. Toplumsal sorunların hem eyleyeni hem de etkileneni olan bizler, aynı soruna farklı yorumlar getirmekteyiz. Öyle ki her birimizin bu sorunlara ilişkin fikri ve söyleyecek sözü vardır. Hatta günümüz dünyasında, sosyal medyanın sağladığı olanaklarla kolayca bir yargıca da dönüşebilmekteyiz. Oysa asıl gereksinim duyduğumuz şey, toplumsal sorunlar üzerinde nitelikli düşünmektir. Nitelikli düşünmekten kastım şu: Doğru soruları sormak, bilimsel veriler ışığında sahip olduğumuz bilgilere şüpheyle yaklaşmak ve esnek düşünmek.
Toplumsal sorunlar üzerinde nitelikli düşünmek, öncelikle onun ne olduğunun bilgisine sahip olmakla başlar. İnsanların ortak yaşamlarının ürünü olan toplumsal sorunlar, yaşamımızın farklı boyutlarını olumsuz anlamda etkisi altına alan kuralsızlık (anomi), kültürel yozlaşma, ırkçılık, savaş, soykırım, yoksulluk, eşitsizlik, şiddet gibi davranış ve durumlardır.
Toplumsal sorunların nesnel ve öznel olmak üzere iki bileşeni olduğu kabul edilmektedir. Nesnel bileşen, toplumda çok sayıda insanın söz konusu toplumsal sorundan olumsuz olarak etkilenmesi, olumsuz etkisinin ölçülebilir olmasıdır. Örneğin, Kıbrıs’ın kuzeyinde anominin (kuralsızlık) toplumsal bir sorun olup olmadığına bakalım. Sosyolog Emile Durkheim’ın “Toplumsal İşbölümü” ve “İntihar” adlı kitaplarında ilk kez kullandığı “anomi” kavramı, çeşitli nedenlerle (devlete olan güvenin azalması, adalet duygusunun zedelenmesi, paranın tek başarı ölçütü olarak görülmesi, liyakatsizlik, çıkarcı yandaşlık, kamu otoritesinin zayıflaması, sosyal yapıdaki hızlı değişimler vb.) değer sistemlerinin ve toplumsal normların, insanların isteklerini, davranışlarını yönlendirici ve denetleyici özelliğini yitirmesidir. Bu durum eğitimden ekonomiye, sağlıktan ahlaka ve siyasete toplumun tüm kurumlarını etkisi altına aldıkça toplumda huzursuzluk, kaygı ve bunalım baş gösterir. Bugün, sağlıkta devlet hastanelerinde yaşananlar (sahte reçete, bebeklerin mamasına alkol karıştırılması, hastabakıcı mafyalaşması vb), devlet okullarındaki sorunlar (kalabalık sınıflar, konteyner sınıflar, özel dersler) ve nihayetinde toplumun en üst kurumlarından Cumhuriyet Meclisi’nde yaşananlar (meclis başkanını seçmede başvurulan yöntemler) anominin olumsuz sonuçlarının somut göstergesidir.
Toplumsal sorunların öznel bileşeni, söz konusu davranış ya da durumun gerçekten bir sorun olarak ele alınması konusundaki algıyı anlatır. Kuralsızlık örneğine tekrar dönecek olursak, bireysel anlamda işimizin düştüğü her kurumda kuralsızlığın bizi mağdur ettiğini deneyimledikçe, bizde kuralsızlığın bir toplumsal sorun olduğu algısı oluşmaya başlar. İşte bu olumsuz kişisel algımız, toplumsal sorunun öznel bileşenidir.
Sosyoloji, insanlar ve gruplar arası ilişkileri, bu ilişkiler sonucu ortaya çıkan olguları, toplumsal kurumları ve değişmeleri bilimsel yöntemle inceleyen bir bilimdir. 19. yüzyılda köklü ve hızlı değişimlerin (1879 Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi) yarattığı toplumsal sorunlar (yoksulluk, eşitsizlik, göç…) ve bu sorunlara çözüm arayışı sosyolojinin doğuşunda etkili olmuştur. Sosyoloji her ne kadar toplumsal sorunları çözme gailesiyle ortaya çıkmış olsa da temel amacı toplumu nesnel bir şekilde, bilimsel yöntem ve tekniklerle açıklamaktır. Çünkü toplumsal yaşamın temelindeki dinamikleri, birbirleriyle olan bağlamlarını, sebep-sonuç bağlantılarını ve altta yatan nedenleri görmeden, yani topluma sosyolojik bakmayı bilmeden toplumsal sorunlara çözüm üretmek olanaksızdır.
Micheal Burawoy sosyolojiyi, Profesyonel, Uygulamalı, Eleştirel ve Kamusal olarak dört çalışma alanına ayırır. Profesyonel Sosyoloji, akademisyenlerin, sosyolojik bilgiyi üretenlerin alanıdır ve muhatapları diğer akademisyenlerdir. Uygulamalı (Policy) Sosyoloji, sosyolojik bilgiye talepte bulunanlar için gerçekleştirilen araştırmalarla üretilen, uygulamaya yönelik çözüm önerileri alanıdır. Eleştirel (Critical) Sosyoloji, sorun çözmeye yönelik sosyolojik bilginin eleştirisini yapan sosyoloji alanıdır. Kamusal Sosyoloji ise sendikalarda, sivil toplum örgütlerinde, sosyal hareketler içinde daima sömürüye karşı, ezilenden yana bir tavır içine bulunmayı gerektiren alandır. Buroway için önemli olan kamusal sosyolojidir. (1)
Buroway’ın yaptığı bu ayırımda temel sorunun, toplumsal yaşamı anlama noktasında değer yargılarının ve ideolojilerin yaratacağı yanlılık olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu noktada, sıradan insanlar olarak bizlerin sosyoloji bilgisini edinerek günlük pratiklerimizde kullanmamızın kuramsal temeline değinmenin faydalı olacağı görüşündeyim.
Hepimizin hayatı deneyimlerken oluşturduğu bir dünya görüşü vardır. Dünya görüşümüz, etrafımızda ve dünyada olup bitenleri değerlendirirken bize bir çerçeve oluşturan değerler, inançlar ve bilgiler sistemidir. Biz dünyayı bu pencereden görürüz. Elbette bu çok değerli bir şeydir. Ancak dünya görüşümüzün üzerinde eleştirel bir şekilde düşünmek, onu sorgulamak da değerlidir. Günlük yaşamın sıradanlığı içinde düşünce, tutum ve davranışlarımız pek çok bireysel ve çevresel etkenden beslenir. Amaçlarımıza yönelik uğraşlarımız içinde farklı türden sorunlarla karşılaşırız. Bu sorunlar karşısında çoğu zaman ilk tepkilerimiz, dünya görüşümüzle alakalıdır. Çünkü her birimizin gündelik yaşamda deneyimlediklerimizden dolayı sahip olduğumuz bilgiler vardır. Başkaları ile birlikte yaşamaya ilişkin ipuçlarını da bu yolla ediniriz. Ancak deneyimlerimizle edindiğimiz ve hayatımızı kolaylaştıran bu bilgiler, sınırlı bir çevrede ve sınırlı sayıda tekrarın genelleştirilmiş bilgisidir. Sosyologların sağduyu dediği bu bilgi, sistematik olmayan dağınık bir bilgidir. Sağduyu, dış dünya ile ilgili olarak hemen herkes tarafından sorgulanmaksızın kabul edilen, herhangi bir alanda uzmanlık gerektirmeden gündelik hayat içerisinde gelişen ve birbiriyle tutarlı düşünce ve inanç sistemi olarak tanımlanabilir. (2) Sağduyu, içine doğduğumuz toplumsal çevrenin kültürel kodlarını taşır. Bu nedenle çoğunlukla bizler davranışları, olayları ve sorunları bu kodlar üzerinden algılar ve değerlendiririz. Örneğin, işini sürekli aksatan çalışanın davranışını tembelliği veya hilekar oluşu gibi nedenlere bağlayan bir yönetici, soruna sağduyu bilgisi ile yaklaşmakta, çalışan hakları, örgüte bağlılık, otorite boşluğu, mesleki doyum vb. etkenleri göz ardı etmektedir.
Sosyoloji, toplumsal sorunları ele alırken kendine özgü bir bakış açısı (sosyolojik bakış) kullanır. Bu bakış açısının temelinde bireysel farklılıklarımızın yanında, toplumsal çevremizin de davranışlarımızı etkilediği görüşü yer alır. Bizler eylemlerde bulunurken cinsiyet, milliyet, ırk, sosyal sınıf gibi pek çok özelliğimizin etkisi altındayız. Bunu fark etmek, toplumsal yaşama sosyolojik bakışı kazanmanın ilk adımdır. Bu, toplumsal varlıklar olarak toplumsal yaşama dair bildiğimiz her şey üzerinde yeniden düşünmeye açık olmaktır.
Zygmunt Bauman, “Sosyolojik Düşünmek” adlı kitabında, sağduyu bilgisinin yerine sosyolojik bakış edinmemizin toplumsal yaşamı anlamadaki önemine dikkat çeker. Ona göre sosyolojik bakış bize, toplumun değişen yapısının koşulları içinde, toplumla ilgili hiçbir kesin bilgiye ulaşamayacağımızın bilgisini sunarken, aynı zamanda bakış zenginliği kazandırarak özgürlüğümüze hizmet eder. Sosyolojik bakış sayesinde yaşadığımız dünyaya daha dikkatli bakabilir ve başkalarıyla etkileşimlerimizin çıktısı olan sosyal durumlara ilişkin yeni insanlık durumlarını keşfedebiliriz. (3) Sağduyu bilgisi, sistematik araştırmalar bilimsel faaliyetler sonucu elde edilmez. Bu nedenle çoğunlukla yanlı, öznelliği yüksek bilgidir. Oysa sosyolojik bakış, bilimin mantığını, yöntem ve bilgi toplama araçlarını kullanarak bize toplumsal yaşamın işleyişi hakkında nesnelliği yüksek, bütüncül bilgiler sunar. Bizler, bildiğimizi sandığımız şeylerin aslında öyle olmadıklarını görürüz. Bu nedenle bilimin en önemli özelliklerinden biri olan sorumlu konuşma ilkesinin de farkına varırız. Karşıt görüşlerin de üzerinde düşünülmeye değer olduğunun bilinciyle konuşuruz. Düşüncelerimizi egemenliği altına alan değerler sistemimizi, ideolojik ve siyasal kaygılarımızı yeniden mercek altına alma gereği hissederiz. Değişen koşulların yarattığı yeni dinamiklerin toplumsal yaşamımız üzerindeki etkisini daha tarafsız ve esnek bir bakış açısıyla ele almayı keşfederiz.
Wright Mills, “Sosyolojik Tahayyül” adlı kitabında, sosyal olayların anlaşılabilmesi için kişisel ve toplumsal boyutların bir arada yer alması gerektiğini söyler. Ona göre sosyolojik imgelem, kişisel deneyimlerimizi, toplum yapısı ile ilişkilendirmemize ve bunun üzerinden anlamlandırarak yorumlamamıza yarar. (4) Bizler bir sorunla karşılaştığımız zaman ilk tepkilerimiz kişisel yaşantılarımız üzerindendir. Oysa bireysel yaşantılarımızı ilgilendiren pek çok olayın aslında daha fazla anlamı veya sorunu yansıttığını görebilmemiz gerekir. İşte sosyolojik imgelem yapabilmek demek, kendi yaşamlarımızın yanında, toplumsal yaşamın yapısını da anlamamız ve olup bitenlerin ardındaki gerçekleri tarafsızca görebilmemiz demektir. Kişisel sorunlarla toplumsal sorunlar arasındaki ilişkiyi görebilmek, sosyolojik imgelemin bize sağlayacağı sosyolojik bakış açısı ile mümkündür. Bu bakış açısı sadece sorunlara değil diğer toplumsal olgulara bakışımızı da değiştirir. Örneğin, hasat dönemlerinde zeytin toplamanın, sıcak yaz günlerinde balkonda oturmanın, bir kahve içmek için sabah komşularla buluşmanın basit birer eylemin ötesinde birçok anlam ve işlev barındırdığını görmeye başlarız. Sosyolojik imgelem yoluyla kazandığımız sosyolojik bakış, bireysel deneyimlerimizin bize sağladığı kısıtlı tekrarlarla yapılan genellemelerin aksine, daha büyük alanların taranması yoluyla ortaya konan bilimsel verileri kapsar. Bireysel eylemler yerine davranış, olgu ve sorunların tekrarlanan ortak yanlarına ve karşılıklı bağımlılık ağlarına odaklanır. Örneğin inşaattan düşerek ölen bir işçinin neden düştüğüne değil iş kazalarının nedenlerine odaklanır. Bunun yanı sıra sosyolojik bakış, sağduyudan farklı olarak gündelik yaşamımızın tekrarlamalara dayanan rutinlerini de sorgular. Toplumsal olgulara ve sorunlara sosyolojik bakmak, inşaattan düşerek ölen işçilerin sadece dikkatsizlik yüzünden ölmediğini, işini aksatan memurların davranışlarının yalnızca tembellik ile izah edilemeyeceğini, tedavi edilemeyen ya da ölen hastaların sadece sağlık çalışanlarının kendi kusurları ile açıklanamayacağını görebilmemizi sağlar. Her şeyden önemlisi, küresel ve yerel düzeydeki toplumsal sorunları anlayarak, tepkisiz ve duyarsız bir toplum olmanın tehlikesini sezer, toplumun dönüşme potansiyeline sahip olduğunu fark ederiz.
Diğer yandan, sorunları çözme iddiasıyla göreve gelenlerin de toplumun işleyişine dair derin anlayışlar geliştirmeleri gerekir. Toplumsal yaşamı iyileştirmeye yönelik politikaları ancak bu şekilde işlevsel olur. Toplumu yönetenlerin toplumsal yaşamı planlamada ve sorunlara çözüm üretmede sosyolojinin ortaya koyduğu bilimsel verilere ihtiyaç vardır. Bir toplumda sosyolojiye verilen değerin en önemli göstergesi ise sosyoloji çalışmaları yapan üniversitelerinin varlığıdır. Üniversiteler bilimin üretildiği araştırma merkezleridir. Bu noktada kendi toplumumuz açısından soracağımız en önemli soru, Kıbrıs’ın kuzeyinde gün geçtikçe sayıları artan üniversitelerde neden bir sosyoloji bölümünün olmadığı sorusudur.
Kaynaklar
(1) Nilgün Çelebi, Sosyoloji ve Sosyologlar, 2019 https://fikircografyasi.com/makale/sosyoloji-ve-sosyologlar
(1) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları,1999
(2) Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2017
(3) Wright Mills, Sosyolojik Tahayyül, Hil Yayınları, 2022