1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Herkül Millas ile mavi ülkede kırmızı ülkeyi hatırlamak…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Herkül Millas ile mavi ülkede kırmızı ülkeyi hatırlamak…”

A+A-

BASINDAN GÜNCEL…

Onsun Meryem

Kitaplarından tanıdığım Herkül Millas’ı, Atina’da bir bankanın el yazmaları arşiv salonundaki konuşmasında izlemek keyifliydi. Dinleyicilerden bir kadın, İstanbul’a her gidişinde biraz daha artan bayrak sayısı ve büyüklüğünden dolayı Türkiye'yi “Kırmızı Ülke,” diye, tanımlamıştı. “Biz neden mavi ülke olmayalım?” mealinde bir söz etmişti.

Herkül Millas bütün inceliğiyle, Türklerde bayrağın aynı zamanda bir süs olduğunu, düğünlerde ve sünnet törenlerinde kullanıldığını, anlatıyordu. Ben, günümüzde bayrağın, insanların kendilerini savunmak için kalkan olarak kullandıklarını, söyleyememiştim.

Neden sonra yolumu Atina’ya yarım saat uzaklıktaki sahil kasabası Varkiza’daki evlerine düşürdüm; o gün dinlediklerim, hakkında daha önceden bilebildiklerimin ışığında söyleşi yapmaktı niyetim. Herkül Millas ile çokça güldüğümüz arada hüzünlendiğimiz bir söyleşi yaptık. Evangelia Milles ikramlarını eksik etmedi.

***  Ben sizi 20’li yaşlardan biliyorum, Ritsos çevirilerinizden. Yeni kuşaklar bilmeyebilir; biraz baştan başlamak istiyorum, çocukluk günlerinizden, Ankara günlerinden…

Ben Ankara doğumluyum (1940) ama bebekken İstanbul’a geldik. Babam çalışmak için 1936'da Ankara’ya gidiyor. Ailem İstanbullu, 1941'de İstanbul’a dönüyorlar. Türkiye’den 1971'de ayrıldığım yıla kadar Şişli ve Feriköy gibi semtlerde yaşadım. Çocukluğum Bomonti’de geçti, Feriköy’de Rum ilkokuluna gittim. O bölgede Rum nüfus yoğundu çünkü belli bölgelerde yaşıyorlardı, Kurtuluş, Beyoğlu, Adalar böyleydi. Bir milyonluk İstanbul’da toplam 70 bin Rum vardı şimdi on beş milyonda dört bin nüfus kaldı, onda da aileler karışmış durumda.

Çocukluğum bir bakıma iyi geçti, sokaktaydım, sokaklarda çok oynamış bir çocuğum; çok yaramaz, yerinde durmayan biriydim. Ailenin tek çocuğu olduğum için şımartıldım, diyebilirim. Öte yandan ailemin dramı vardı, karamsar mutsuz bir çevrede büyüdüm, hatırlıyorum evde melankolik bir hava vardı; abim ölmüştü bir de babamın işleri sürekli sorunlarla karşılaştı.

1942 varlık vergisi dönemleri ve 6-7 Eylül 1955 olayları…

Bu babamın hikâyesi, ben onları dolaylı yaşadım. Babam tüccar terziydi. 1942'de varlık vergisi ve savaş başlayınca Ankara’da tutunamadı, bunu konuşmadık ama zor günler geçirdiklerini biliyorum. 1940’larda İkinci Dünya savaşı süresince kıtlık da var, zor geçinmişiz.

1950 sonrasını hatırlıyorum. İşi düzeldi, 1955’e kadar bizim aile için iyi yıllardı. Babam Beyoğlu Pasaj Hacopulos’da dükkânında, trençkot hazırlamıştı; borca girdi kumaş aldı, dikti falan müşteriyi beklerken 1955’de eylül ayında bütün malları yağma edildi. Kesildi parçalandı hiçbir şey kalmadı, borca da girmişti, çok feci oldu.

O kadar kötü oldu ki babamın bir hafta içinde saçları beyazladı. İki-üç yıl sonra biraz durumu düzeldi; bu sefer de yani 9 yıl sonra 1964'te ihraçlar geldi, Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı, bizim aile rahat yüzü görmedi.

Babamın hikâyesi çok acıklı, babam bir daha Türkiye’ye gelmek istemedi. Annem Türk vatandaşı olduğu için ben kalabildim.

***  6-7 Eylüle dönersek, dükkân yağmalandı…

Bana sonradan 10 yıl önce, oranın bekçisi anlattı; iki kişi kumaş topunu tutarak koşuyor, biri makası tutuyor pır diye bütün kumaşı şerit halinde kesiyor. Nedir bu kötülük, bu hastalık; işte milliyetçiliğin hastalık aşaması.

Bir çıkarı da yok.

Hiç çıkarı yok. Bence devlet bunu böyle planlamadı çünkü orada verilen zarar, devletin malına yapılmış; ithal malı, dövizle yurt dışından getirilen mallar kesiliyor.  Niko’ya, Millas’a kötülük yapıyorsun ama kendi servetini yok ediyorsun. Menderes, “gidin bunların buzdolabını üçüncü kattan atın demedi,” o da dövizle alınmış, bence bunlar büyük bir protesto bekliyorlardı çünkü bu dereceye gelmesi mantığa uymuyor. Kontrolden çıkıyor. İlginç olan halkın hıncı, bir de sevinci.

Bir fotoğraf gördüm ben, çok etkilendim. Millet bayram havasında kırıyor ve bayram ediyor. Bu psikoloji kötü… Uzmanlar buna yeni bir din diyorlar, etnolatry; millete tapma, kutsuyorlar dine dönüşüyor. Sanıyorlar ki o ebedi yaşayacak milletin içinden ölümsüzlük sağlanacak.

Onun için insanlar çocuklarını ölüme gönderiyor, “vatan için git öl!” diyorlar.  Çocuklarını ölüme gönderirken gurur duyuyorlar. Ölüyor ve öldürüyor çünkü milliyetçilik artık bir dine benzeyen inanca dönüşmüş. Din için olduğu gibi vatan için de kendini feda ediyorlar. Hepsi çıkarcı falan değil.

***  Çocukluğunuzda kalmıştık…

Bütün bunlara rağmen ben sokaktaydım. Hep mahallede oynadığım için Türkçeyi sokakta öğrendim. İlkokula gittiğim zaman Rum çocukların çoğu Türkçe bilmezdi ben bilenlerdendim. İlkokuldan sonra da gittiğim Robert Kolej’de sınıfın yüzde 99’u Türk çocuklarıydı, arkadaşlarım Türk çocukları oldu. Dolayısıyla benim Türk toplumuna entegre olmam çok doğaldı ve çok kolay oldu.

Bir azınlık mensubu… Azınlık demek çok doğru mu bilmiyorum ama öyle deniyor ya azınlık mensubunun yaşadığı şeyler de çok iyi bilinmiyor.

Azınlık kavramı üzerine çok yazı yazdım çok düşündüm çünkü ben azınlık üyesiyim. İstesen de istemesen de azınlık üyesi oluyorsun. En trajik durum bu, olmak istemesen de çoğunluk seni azınlık olarak işaret ediyor, sana azınlık olarak davranıyor ister istemez o kimliği alıyorsun.

***  Anlaşmalara da giriyor…

Yok, anlaşmalardan ziyade pratik günlük hayatta vardı, önemli olan o; günlük hayatta hissedilen bir ayrımcılık var. En iyi durumda sana iyi bir yabancı muamelesi yapılıyor.

Hayatım boyunca bana hep öyle davrandılar, sadece Türkiye İşçi Partisi (TİP) hariç. Orası farklı bir dünyaydı. Benim en iyi arkadaşlarım –ki hâlâ çok iyi arkadaşlarımdır- çocukluk ve gençlik zamanındandır. Biri komşum Ermeni, ötekiler okuldan; Amerika’dan Türkiye’den bana gelirler, ben onlara giderim.

Beraber büyüdük aynı kafadayız aynı görüşteyiz, birbirimizi çok iyi anlıyoruz. O Ermeni arkadaşım da farklı bir Ermeni idi, beraber TİP’e girdik. Benim çevremde hep topluma entegre olmuş gettolarından çıkmış insanlar vardı, hepsi böyleydi.  Bunun için Rumlardan da biraz uzak kaldım. Çünkü onlar bana tuhaf baktılar bir türlü anlayamadılar.

"Türkiye'de Yunan oluyorsun, Yunanistan'da Türkiye'nin adamı"

***  İstanbullu Rumlar mı?

Evet, hoş buradaki Yunanlılar da pek anlayamadı. Onların gözünde biraz tuhaf biraz şüpheli, tabii tuhaf olunca biraz şüpheli oluyorsun ve biraz farklı, “neden herkes gibi değil?” diye, baktılar. Bilmeyince, bir soru işareti varsa beraberinde kuşku ve korku beliriyor. Nasıl davranacağını ne yapacağını ondan ne geleceğini bilemiyorsun.

Bir kere neden farklı, neden herkes gibi değil o bir şüphe yaratıyor ve o şüphe korkuya dönüşüyor. Çekingenlik diyelim, korku ve çekingenlik arasında tedirginlik yaratıyor. Ve bu adamı açıklamaya çalışıyorsun; “tuhaf bir adam var, nedir bu, ne olabilir?” diyerek.

Türkiye’de Yunan oluyorsun, Yunan ajanı oluyorsun, Yunanistan’da Türkiye’yi kötülemezsen bu sefer Türkiye’nin adamı oluyorsun. Ajan bile olabiliyorsun. Norm nedir, Yunanistan ve Türkiye’de belli bir şekilde davranacaksın, bunun dışına çıkınca şüpheli oluyorsun. En kötü durumda da hainliğe kadar varıyor bu durum.

***  Bu sadece size özgü değil yani azınlık durumu değil. Rum olmakla da ilgili değil.

Tabii değil. Yunanistan’da bana Yunanlı değilsin demiyorlar ki, Yunanlısın ama hain olabiliyorsun. Bütün mesele bu norm ama sanıyorum bu siyasetle de ilgili değil. İnsanın cinsel yaşamı farklı olursa, yemek türü farklı olursa mesela vejetaryen olunca bile şüpheli oluyorsun. Din konusunda da böyle, adam mesela Yehova Şahidi olur ya da Allahsız olur bütün bu farklılıklar şüphe yaratıyor. Herkes camiye gidiyor, sen niye gitmiyorsun gibi…

Ama bu çok zevkli de olabiliyor. “Ben sıradan bir insan değilim,” diyorsun kendine. Eğer tehlike altında değilsen, hayatını rezil etmiyorlarsa, bu da güzel bir duygu; sıradan bir insan olmadığını bilerek sana benzeyen insanları da buluyorsun küçük bir çevren oluyor, çok hoş oluyor.

Benim bu küçük çevrem hem Türkiye’de hem Yunanistan'da var. Bu küçük çevremle kendimi mutlu hissediyorum, rahat hissediyorum. Bu farklı olmanın iyi yanı…

***  1971'de Yunanistan’a yerleştiniz, burada Küçük Asyalı Rum olarak nasıl karşılandınız?

Türkiye de bir mitos var, Rumlara iyi davranılmadı diye, aslı yok. 1923 mübadelesinde, mübadiller zorluklarla karşılaştı çünkü ülkenin nüfusu birden yüzde 20 arttı, allak bullak oldu ülke, o zaman bir yabancı düşmanlığı vardı, onlara iyi davranılmadı.

Bizim 64 ihraçları -15 bin kişi- ve ondan sonra gelenlere kötü davranılmadı. Ama Rumlar kapalı bir toplum oldukları için burada kapalılıklarını sürdürdüler. Ben Türkiye’de entegre olduğum gibi buraya da entegre oldum. İlginç bir şey oraya uyum sağlayan buraya uyum sağlıyor orada kapalı olan yine kapalı kalıyor.

Kapalılık, etnisite ile ilgili değil ruh yapısı ile ilgili. İstanbullu Rumlar içlerine dönük kapalı bir toplum, hâlâ kendi gazeteleri var kendi dedikoduları var. Bu cemaatten bir arkadaşım vardı solcu bir arkadaşım hikâye yazardı; Türkiye’de 30 hikâye yazmış, 35 hikâye de burada yazmış.

Ölünce kardeşi hikâyelerini yeniden yayınlamak istedi, benim üstlenmemi istedi. Türkiye’de yazdığı hikâyelerin hiçbirinde Türk yok, sözünü ettiği yerlerde İstanbul’un izi yok Güney Afrika’da mı Amerika'da mı nerede geçiyor belli değil, soyut bir şey. Atina'da 30 yıl sessizlikten sonra yazdığı hikâyelerde Türk oluyor.

Rumlar bana göre acayip bir toplumdu. İçe kapalı kendi kendilerine, hâlâ bunu sürdürüyorlar, Yunanlılar için “bunlar” derler. Aralarında Türkçe konuşuyorlar, yabancı dil biliyoruz havasında. Ben, Rumlara entegre olamadım, Türklere oldum,  orada bir sıkıntım var.

Ben Ankara Üniversitesi Yunanca Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün kuruluşunda çalıştım, orada uzman olarak çalışırken, benim hocam ve arkadaşım Sina Akşin Siyasal Bilgiler'de doktora yapmamı önerdi.

Sınava girdim siyaset bilimini bitirmiş öğrencilerle, birinci oldum 100 kişi arasında. Orada iki yıl yüksek lisans sonra da doktora yaptım. Hocalık yaparken aynı zamanda öğrencilik yaptım.

Siyaset bilimi doktorası vermiş oldum. 90- 95 yıllarında Ankara’da yaşadım. Benim için çok önemli beş yıl çünkü arada kaybettiğim Türkiye’yi yeniden tanıdım. Türkiye değişmişti ve sonra izlemeyi bırakmadım.

Bölümde okunacak kitapları hazırladım, Yunanistan’a döndüm. Önce Selanik’te bir yıl Makedonya Üniversitesi'nde üç yıl Rodos’ta Ege Üniversitesi'nde Türkçe dersleri verdim.

Sonra, burada Atina'da Türkçe bölümünü kurmak için birini arıyorlardı, Atina'da Türkçe dili bölümünü kurdum. Verdiğim dersler Türk edebiyatı ve Türk siyasi gelişmeleri idi.

Şimdi emekliyim. Hoca iken yaptığım şey, milliyetçiliğe karşı nasıl ders verilir idi. Sanıyorum bir uzmanlığım varsa budur. Sadece milliyetçiliği anlatmakla olmuyor, bambaşka bir şey gerekiyor.

***  Siz kimlik olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz. Milliyetçilikten söz açıldığı için soruyorum.

Bana bu soruyu 15 kere sordular. Her seferinde başka bir cevap vermişim. Oportünizmden değil konjonktür müdür, bilmiyorum. Amerika’da, Türkiye ve Yunanistan’da hep sordular.

Sırasıyla şunları söyledim; küçükken kendime Rum derdim, zamanla büyüdüm yarı Yunanlı yarı Türk oldum, sonra yarıyı sevmedim bütünüyle Yunanlı bütünüyle Türküm dedim, bir ara baktım ki ben bunlara benzemiyorum ne Türküm ne Yunanlıyım dedim. Daha sonra bir gün Reha Muhtar televizyonda sordu, “kendinizi nasıl görüyorsunuz?” diye, “azınlıklara böyle soru sorulmaz çünkü zor durumda bırakıyorsunuz ayıp ediyorsunuz!” dedim. Amerika da bir toplantı da konuşurken en arkadan Emre Kongar, “kendini nasıl tanımlıyorsun?” dedi, o anda aklıma gelen cevaptı, “ben azınlıktanım azınlık üyesiyim, benim kendimi nasıl tanımladığım hiç önemli değil, sen beni nasıl görüyorsan aynen öyleyim.” En sevdiğim cevap bu olmuştu.

Burada bir büyükelçi birlikte çalışıyoruz Türk -Yunan ilişkileri konusunda kongreler falan. O da sordu, kendini nasıl görüyorsun, biraz gücüme gitti cevap vermedim, bir daha sordu yine cevap vermedim, üçüncüde, “bakın,” dedim “ben kendimi Yunan sayıyorum çok utanıyorum bundan,” (Gülüyor) Ağzı açık kaldı.

Amerika'da bunları anlattıktan sonra cevabımı veriyim dedim, “bu soru yanlış bir soru bu sorunun arkasında bir insanın belli bir milliyeti, aidiyeti seçme durumunda olduğunu ima ediyor”.

Ben kendimi Yunan sayıyorum ama milliyetçilik virüsüne karşı durmayı bilmeliyiz, milliyetçiliği ve kimliği bizim bir kusurumuz olarak bir beyin yıkama olarak bizim içinde doğduğumuz bir ortam olarak görürsek bunu kontrol ederiz.

Yani benim Yunan tarafım ağır basıyor, neden? Türk tarafı beni reddettiği için, istesem de Türk olamıyorum. Kabul etmiyor. Ben bunu bildiğim için yazdığım bir şeyi doğru mu yanlış mı diye hep şüpheyle karşılarım.

Belli bir eğitimden geçmişim bir şey söylediğim zaman acaba haklı mıyım, doğru muyum diye karşı tarafa soruyorum. Yunanca yazdığımı, Türkçe de yazıyorum ve tepkilere bakıyorum, bu benim testim.

"Türkiye'de kendimi yabancı hissediyorum"

Burada ben kendimi daha evimde hissediyorum, Türkiye’de yabancı hissediyorum. Türkiye’de bu duyguyu çevre hissettiriyor.

Bu kimlikle ilgili bir şey burada mahalleyi tanıdığım için değil çevrede kabul edildiğim için böyle. Aslında benim tanıdığım mahallem İstanbul’da ama orada bana yabancı gözüyle baktıkları için azınlık hissediyorum.

Oysa burada daha yabancıyım. Özellikle ilk geldiğim zaman kültürü bilmiyordum, oturup Yunan coğrafyası, Yunan tarihi okudum. Türkiye’yi tanıyordum burayı tanımıyordum.

Tencere Dibin Kara, diye bir kitabım var, Türk-Yunan ilişkileri ile ilgili, Atina’da büyükelçi Gündüz Aktan kitabımı okumuş, çağırdı. Baktım kitabın satırlarının hepsinin altını çizmiş. “Çok güzel” dedi.

Konuşurken “benim takdir ettiğim sizlerden,” dedi, “böyle önemli yazarlar çıkıyor.”  “Ben, biliyorsunuz Türk vatandaşıyım,” dedim.  “Ha evet,” dedi. Konuşurken yine “sizlerden” dedi. Ben de düşünüyorum beni deniyor mu, bir şey desem ayıp mı olur; tereddüt ettim, “biliyorsunuz ben Türk vatandaşıyım.”

Kime söylüyorum büyükelçime söylüyorum. Ne dedi biliyor musunuz, “ben sizi böyle bileyim, daha rahat konuşuyorum.” Resmi birisin, karşındaki sana Türk vatandaşı olduğunu hatırlatıyor ve sen ona “ben sizi böyle bileyim,” diyorsunuz.

Tabii samimiydi ama pes yani! Daha ne yapmalı? Türkiye’de anayasaya göre; bir kişi Türk vatandaşı ise Türk’tür, diye gayet açık söylüyor. Dil, din farkı gözetmeden.

***  Makedonya konusunda ne düşünüyorsunuz? O konu halloldu değil mi?

Ne kadar ironik bir şey, Syriza’nın yaptığı tek iyi şey bu, herkes de onun aleyhinde. İlk defa iyi bir şey yaptılar. Şimdi yolda dayak yiyorlar, bu da Yunanistan’ın çılgın durumu.  Milliyetçiliğin bir özelliği düşman oluşturmak düşman görmek, Türkiye’de Kıbrıs’tan korkuyorlar. Savunma sistemi alınca kıyamet koptu, bütün nüfusu Türkiye’deki polis sayısından az, Türkiye yüz kat daha büyük ülke.

Makedonya için kuzeyden sarılıyoruz, diyorlar. Makedonya’nın ordusu yok, bölünme tehlikesi yaşayan bir ülke, Yunanistan Balkanların en büyük ordusuna sahip, Makedonya’dan korkuyorsan Türkiye İçin ne yapman gerekir, bilmiyorum?

Bütün argümanlar absürd. Ben zaten çağdaş Yunanistan’ın eski Yunanistan’ın mirasçısı, devamı olarak görmüyorum. Türkiye’de Türk tarih tezi diye bir tez vardı, bütün dünya Türk diyordu. Anadolcular’dan dediğim Halikarnas Balıkçısı, İyonya medeniyetinin mirasçısı olarak görüyordu kendini. Diyeceğim ki, Türkler İyonya medeniyetine sahip çıkıyor, buna bir şey yapmamız gerekiyor!

***  Aynı şeyi ben söyledim, ”Ege’de Yunan medeniyeti bizimdir,” dese Türkler, ne yapacaksınız?

Bu tartışmaya girmek bir tuzaktır. Tükeniyorsun. Ülkenin adı Makedonya olunca, oranın gözü Yunanistan'da oluyor, diyorlar. Tersi neden olmasın: Yunanistan’ın gözü Makedonya’da olsun! Tartışmalar bu noktaya gelince absürt oluyor.

OKURLARIMIZA NOT: Bu uzun röportajı özetle yayımladık. Röportajın tümünü şu link’ten okuyabilirsiniz:

http://bianet.org/biamag/yasam/198916-herkul-millas-ile-mavi-ulkede-kirmizi-ulkeyi-hatirlamak

(BİANET.ORG – Onsun Meryem – 7.7.2018)

 

Bu yazı toplam 1724 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar