HESAP ZAMANI…
Türkiye’nin güney doğusunda her geçen gün daha da ağırlaşan savaştan batıya sızan görüntüler, Kürt kentlerinin benzerini Irak ve Suriye’de gördüğümüz türden. Delik deşik, artık ağır silahların kullanıldığı bilgisini pekiştiren yıkılmış binalar, kentlerin içinde ilerleyen tanklar, top atışları… 20 bini köylerde yaşayan 132 bin nüfuslu Cizre merkezinde 10 bin (yazıyla on bin) asker operasyon yapıyor günlerdir. Cizre Kaymakamlığının web sitesinde yer alan bilgilere göre, Cizre İlçe merkezinde 55 bini kadın, toplam 113 bin insan yaşıyor. Bölge aile yapısına aşina olanların kolaylıkla tahmin edeceği gibi, bu 113 bin nüfus içerisinde, ilk ve orta dereceli okullarda okuyan (yani yaşları 5 ile 17 arasında değişen) çocuk sayısı 42.000… Bu rakamlar, Cizre’de neyle karşı karşıya olunduğunun anlaşılması için önemli. Eğitim öncesi çocukları katmadan yapılacak çok basit bir hesapla, Cizre ilçe merkezinde siz bu satırları okurken aşağı yukarı her 7 yetişkinin başında 1 tane tepeden tırnağa silahlı asker bulunuyor… “Devletin gücü” dedikleri şey bu… Benzer tablo Silopi’de, Nusaybin’de, Dargeçit’te, Sur’da da yaşanıyor. Bir ülke düşünün ki, bir köşesinde, küçücük yerleşim birimlerinde onbinlerce asker ile “kamu düzeni” sağlanmaya çalışılıyor. Üstelik günler, haftalar süren sokağa çıkma yasaklarıyla… İnsanlar artık yaşanamaz hale gelen evlerini, mahallelerini can havliyle terk edip, “güvenli bölgelere” kaçıyorlar. Eğer “askeri darbe” döneminde ya da bir iç savaşta değilseniz, sivil ve normal çalışan bir demokraside böyle bir tabloyu açıklayabilmeniz mümkün değil.
Yıkılan, harap olan binalar yerine konabilir. Nitekim, Hükümetin, bu bölgelerin “yeniden imarı” adı altında “güvenli” ve “kontrol edilebilir” toplu konut projeleri için harekete geçtiği bilgili gelmeye başladı bile. Çatışma mı dersiniz, savaş mı dersiniz, kamu otoritesinin sağlanması mı dersiniz, artık ne derseniz, arkasında “inşaat rantı sağlayacak” bir harabe bırakıyor. Peki ama ya insanlar? Günlerce, haftalarca evlerinden kafalarını uzatamayan, hastalarını, yaralılarını hastaneye götüremeyen, cenazelerini defnedemeyen, hatta sokakta vurulan insanların cesetlerinin keskin nişancılar nedeniyle sokaktan alınamadığına tanık olanların dünyasını yeniden inşa etmek mümkün olabilecek mi?
Cizre, zaten vaktiyle boşaltılan köylerden göçertilen nüfusla oluşturulmuş bir ilçe. İnsanlar kim bilir kaçıncı kez yeniden göçe zorlanıyor şimdi. Bu insanların nereye gidecekleri bir yana, gittikleri yerlerde hayata yeniden nasıl tutunabilecekleri sorusunun kolay bir yanıtı yok. Evlerinden, köklerinden kopartılıp defalarca göçe zorlanmış, her seferinde parasız, pulsuz, işsiz, köksüz hayata yeniden tutunmaya çalışan bunca insanın kendilerini yurttaş hissetmeleri, yurttaşı oldukları devlete güvenmeleri ve bütün bu olup bitenleri sessizce, hiçbir şey olmamışcasına izleyen “batıda yaşayanları” kardeş hissetmeleri mümkün mü? Varsa buna bir cevabınız, siz verin. Ben bulamıyorum bunun yanıtını…
İşin içinden “işte bunlar hep terörizm!” kolaycılığıyla sıyrılmak, bazılarımız için rahatlatıcı olsa da, çok değil, daha 7-8 ay öncesine kadar silahların konuşmadığı; ekonomik, sosyal canlılığın gözlendiği, batıdakilerin “turistik destinasyon olarak keşfetmeye başladıkları” bir bölgeden söz ediyoruz. Çözümü konuşabildiğimiz sürece silahların konuşmadığı, silahlar konuşmadığı sürece de her şeyin konuşulabilir hale geldiği bir ortamdan, her gün çocukların, sivillerin, asker ve polislerin ölüm haberleriyle sarsılan bir ülkeye dönüştük.
Sorumluluğu “terör örgütüne” yükleyenlerin herhalde sorması gereken sorular var: Dünyanın en güçlü ordularından birine sahip bir devletin silahla 40 yıldır çözemediği bir meseleyi, 40 yılın sonunda yeniden silahla çözmeye çalışıp, geride kalan 40 yıldan ders almamış olmasının açıklanabilir bir yanı var mı? Çözümü konuşabildiğimiz sürece silahlar konuşmuyorsa, evlerden cenaze çıkmıyorsa, konuşmaya devam etmekten gayrı bir yolumuz var mı? Dünyada silahlı mücadeleyi, silahla sonsuza kadar bastırabilmiş bir devlet var mı?
Suriye’ye söz konusu olduğunda “Rejim halka karşı şiddet kullanmayı bıraksın” diyen devlet yöneticilerimiz, Türkiye’ye gelince “terör örgütü silah bıraksın” diyor. Tuhaflık şurada ki, Suriye rejimi de, Türkiye’yi yönetenler de “devletin halka karşı değil, terörizme karşı mücadele verdiğini” söylüyorlar. Suriye’nin ne hale geldiğini görüyoruz. “Aynı kafa” ile Türkiye’nin nereye doğru gitmekte olduğunu da görmeli “işte bütün bunlar terörizm” diyenler…
Daha da önemlisi şu: suçlu değil, çözüm aramamız gereken bir noktadayız artık… Velev ki bütün bu musibetlerin sorumlusu “terör örgütü”… Peki “belini kıracağız” dan başka ne öneriyor devlet? 40 yıldır beli kırılan “terör örgütüne” karşı 40 yılın sonunda küçücük bir ilçede 10 bin askerle, günlerdir savaşıyorsan, kimsenin belini kırdığın falan yok demektir… Çözümü başka yerde aramak gerekiyor demektir…
Dönelim Cizre meselesine… Binlerce insan terk etti, terk etmeye devam ediyor Cizre başta olmak üzere tüm çatışma yaşanan il ve ilçe merkezlerini. Nereye gidecek bu insanlar? Tabii ki daha güvenli gördükleri, en azından iş bulma, çocuklarının eğitimini tamamlama şansını zorlayacakları büyük kenteler, metropollere… Nüfusu 17 milyona dayanmış İstanbul’a, İzmir’e, Ankara’ya… Şık AVM’lerle, yüksek duvarlı sitelerle tahkim edilen “metropol içi sınırların önüne” yığılan yeni ve eskisinden daha öfkeli binler, on binler, yüzbinler…
Olup bitenleri kayıtsız gözlerle izleyen Batılıların adisyonu gelmek üzere masalarına… Tamam, “terörizm bunlar” de istersen… Ama o “buralar hep güvenli” deyip şişirilmiş fiyatlarla tıkıştığın o şık ve güvenli sitelerin önüne yığılan kent yoksullarının sayısı katlanarak büyüyor… Sana Türk olduğun için değil belki ama, “sığındığın konforlu ortamdaki umursamazlığın” nedeniyle öfkeyle bilenmiş yığınlar…
Mesele “terörizm” değil çünkü… Mesele bir türlü oluşturamadığın sosyal adalette, mesele bir türlü geliştiremediğin sosyal politikalarda… Mesele gerçek sosyal çözümleri maskeleyen, reklama çevirmeye çalışılan saçma sapan sosyal sorumluluk zırvalıklarında… Mesele gerçekten adil biçimde paylaşmayı reddetmemizde… Sadece parayı değil, egemenliği de…
Geçen hafta konuştuğumuz (röportajın tamamını www.reportare.com da okuyabilirsiniz) Prof. Dr. Neşe Özgen, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşanan olaylara ezber bozan yorumlar getiriyor. Sınırların yeniden belirlenmekte ve tahkim edilmekte olduğunu söylüyor Neşe Hoca. Ve bu süreçte, sınırları belirleyen güçlerin kendileri açısından “makbul ve yönetilebilir” olanlarla “riskli olanları” zaman zaman güç kullanarak yeniden konumlandırmakta olduğunu vurguluyor. Ama daha önemli bir şey söylüyor Neşe Hoca: “yıllarca vicdan siyaseti yapıldı bu ülkede… şimdi adalet politikalarını konuşmak zorundayız… yoksa çok geç olacak” diyor…
Neşe Hoca’nın anlattıklarına bakılırsa, önümüzdeki aylarda bir cehennem tablosuna hazır olmamız gerekiyor. Sadece Kürt coğrafyasında değil, metropollerde de… Yedik içtik hep birlikte tıksırana kadar… Şimdi pamuk eller cebe… Hesap zamanı…