Heybetli bir kötülük olarak Asil Köylü heykeli
Heybetli yapılar daimi olarak güç ve iktidar sembolleridir. Egemen iktidarın her zaman tanrısal ve dolayısıyla aşkın bir bakışı vardır. Yukarıdan bakar. Yukarıdan aşağıya doğru genişleyen bakış tebaasının üzerinde kontrol, denetim ve tabii olma etkisi örgütler. Aşkın olan aynı zamanda içkin düzlemde de yayılır. Kendisine tapılmayı, tabii olmayı veya gücünün kabul edilmesini arzulayan iktidar, bu bakışını tüm bir hayat üzerinde ve içinde örgütler, katman katman yayılarak toplumsal-bireysel yaşamları şekillendirir. Mimariden sanata heybetli yapılar böylesine bir iktidar mantığının yansıması olmasıyla birlikte aynı zamanda yansıttığı değerleri de geri besleyen bir işleve sahiptir.
***
İktidar mantığı illa ki bir devlet erki ile sınırlı değildir. En sıradan bireylerden tutun da sermaye sahibi iş insanlarına kadar aşkın düşüncenin yansılamarını buralarda görebiliriz. Doğayı katledip villa sitelerinde yaşam tasarlayan, havuzlu veya büyük evleri, lüks araçları veya tüketimi bir statü ve güç unsuru olarak değerlendiren kişiler ile; sürekli yayılmacı, kendi hegemonya alanlarını genişletmeye ve iktidarlarını güçlendirmeye yönelik bitimsiz çabalarıyla büyük sermaye sahiplerinin arasında düşünsel olarak bir fark yoktur. Her iki kesim de aynı ideolojik ve ontolojik bağlam içerisinde birbirlerinin besleyen değerler üretmektedir.
***
Bireylerin maddi yaşamlarında, ilişkilerinde ve davranış alışkanlıklarında yer eden değerler çoğu zaman bir topluma, bir ülkeye veya bir çağa egemen olan değerlerin yansımasıdır. Bu değerlerle barışık olmayan, bu değerleri eleştiren hatta uzlaşmaz bir şekilde onlarla mücadele eden kesimler de vardır. Entelektüeller, aktivistler, akademisyenler, üniversiteler… Fakat üniversiteler kurumsal olarak ne yazık ki artık bu değerleri dönüştürme veya eleştirme misyonundan çoktan vazgeçerek bizzat bu değerlerin yeniden üreticisi ve destekleyicisi haline gelmiştir. Ülkemizdeki tüm üniversiteler yeni değerler yaratmaktan ziyade egemen değerlerle sorunsuz bir uyum içerisinde, bitimsiz bir reklamcılık, pazarlama ve iktidar yarışına girmiş durumda. Birçok örnek verebiliriz. Fakat ARUCAD’ın Asil Köylü heykeli bu duruma en bariz örneklerden birini teşkil etmekte.
***
ARUCAD’ın projesi fakat daha da özelinde üniversitenin sahibi olan Erbil Arkın’ın bir fantazisi olduğunu anladığımız Asil Köylü heykeli girişimi aynı zamanda nasıl bir üniversite, sanat, toplum ve iktidar ilişkileriyle karşı karşıya olduğumuzu göstermekte. Bunların üzerinden kısaca geçmek gerekirse:
- Büyüklüğü ile ön plana çıkartılan, değeri ve işlevi heybetli oluşu ile ölçülen heykel doğrudan bir fetiş nesnesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Topluma, bireylere ve özellikle iş insanlarına hakim olan büyük olanı elde etme, daha fazla kazanma ve zirve noktasına ulaşma arzusunun bir yansımasıdır.
- Bu arzunun tatmin edilemez ve bitimsiz olduğunu aklımızdan çıkartmadan, söz konusu heykel için aynı zamanda narsistlik bir iktidar sembolü de diyebiliriz.
- Heykel, özellikle son yıllarda YDÜ’nün ‘sanat’ alanındaki girişimlerinin karşısında yine sanat alanında iddiası olan ve bu yöndeki üniversiteler arası rekabete dahil olan ARUCAD’ın Girne’ye mührünü vurma, alan kapma, iktidarını duyurma çabasıdır.
- Asil Köylü heykeli tam da Girne’deki mekansal çürümenin, betonlaşmanın ve kamusal/yeşil alanların katli ile şekillenen imar dönüşümünün de karakterini yansıtmaktadır. Ekolojik bir alan içerisine dikilmesi amaçlanan heykel, Girne’nin ölümünün de bir sembolüdür. Girne’yi bu hale getiren yaşam ve kent mantığının bariz yansımasıdır, devamıdır.
- Girne’de ve ülkenin çeşitli alanlarına yayılan, taş ocakları ile sembolize olan ekolojik ve mekansal talan nasıl ki insan merkezci bir yaşam algısının tezahürü ise, aynı şekilde Asil Köylü heykeli de aynı insan merkezci-yıkıcı ve doğanın talanına yönelik anlayışın bir dışa vurumudur.
- Heykel aynı zamanda tahakkümcü ve iklim değişikliği ile çok tartışılan antroposen çağın tipik bir örneğini de teşkil etmektedir. İnsanın ekoloji/doğa üzerindeki tahakkümü ve yıkıcılığı iklim değişikliğine neden olurken ve dünyanın çeşitli ülkelerinde bu durumu eleştiren, yeni değerler yaratmaya dair sanatsal çabalar söz konusu iken, ARUCAD sanatı doğanın üzerinde egemenlik kuracak bir olgu olarak benimsiyor.
- Tam da bu anlamda taş ocakları ile Asil Köylü heykeli arasında herhangi bir fark yoktur. İkisi de aynı tahakkümcü ve insan merkezci düşünce dünyasının bir sonucu.
- Daha bitmedi. Kıbrıs küçük bir ada ülkesi. Küçük adalarda, hatta adalarda insanların doğa ile daha uyumlu, mütevazi ve gösteriş fetişizmine kapılmadan yaşaması beklenir. Yani sakin bir yaşamın olması beklenir. ARUCAD’ın devasa heykeli ise böylesine bir yaşam biçiminin ve dünya görüşünün böğrüne saptanan bir mızrak gibi bizleri büyüklüğe, heybetli ve bayağı olana tapınmaya, onu kabullenmeye ve onu kutsamaya çağırmaktadır.
- Heykel bize yeryüzü ile uyumu değil, yeryüzünün katlini içselleştirmemiz gerektiğini haykırmakta.
Asil Köylü heykeli sanatın sermaye sahibi kesimlerin elinde nasıl bir güç aracı olarak yoğunlaştığını simgelemekte. Doğanın, mekanın ve kentlerin değil; iktidarın, tahakkümün ve statünün kutsanmasının, küçük olanla yetinmenin değil sürekli olarak büyük olanın peşinden gitmemiz gerektiğini bağırmakta.
Asil Köylü heykeli sadece bir heykel değildir. Aynı zamanda kapitalist ilişkilerin ve değerlerin hakimiyetinin de bir göstergesidir. Bu heykel projesiyle üniversitelerin nasıl alternatif değerler değil de egemen değerleri ürettiğini, sanatın nasıl bu kesimler elinde yoğunlaşarak eleştirel dinamiklerinden mahrum bırakıldığını ve dünyanın sonunda, iklim krizinin şu ana kadarki zirve noktasında insan merkezci yaşam görüşünün sefaletini görmekteyiz.
***
Tüm bunların yanında, evet heykel kesinlikle heybetli bir kötülük!
Arabahmet Kültür Evi’nden sonra Bandabuliya sahnesi de özelleştirildi!
Bu yazı yazıldığında “Uray Sokak Toptancılar Hali Dönüşüm Projesi” için imzaların atıldığı haberi duyuruldu. Konuyla yazılacak çok şey var. Sanata ve özellikle Lefkoşa Surlariçi’ne yapılan yatırımları anlamlı buluyorum. Fakat bunlar yapılırken kamusal alanların kamusal mülkiyetinin ve kullanımının hassasiyetle savunulması gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki LTB’ye ait Bandabuliya sahnesi de içinde olmak üzere Bandabuliya toptancılar bölümü “15 yıllık kira sözleşmesi” adı altında özelleştirilerek, kamusal mülkiyet olmaktan çıktı, ARUCAD’ın kontrol ve yönetimine bırakıldı.
2014 yılında, CTP’li Kadri Fellahoğlu’nun LTB başkanlığı döneminde Arabahmet Kültür Evi de buna benzer bir şekilde GAÜ’ye verilmiş, yani özelleştirilmişti. Ne yazık ki kamusal alanlar gözümüzün önünde, ışıltılı sözcüklerle özel sermaye odaklarının kontrol ve denetimine veriliyor. Üniversitelerin kendi aralarındaki rekabet ve konum kazanma çekişmesi kamusal alanların neoliberal dönüşümüyle vücut buluyor.