Hiç Arkaya Bakmadan
Hiç Arkaya Bakmadan
Neriman Cahit
Bir süredir uykularımda bilmediğim, görmediğim evlerde dolaşıyorum. Ör. Geçen gece olduğu gibi:
“Yabancı bir evdeyim… Nasıl geldiğimi hiç bilmiyorum. Kim olduğumu hatırlamıyorum. Eşyalara dokunuyorum… Tanıdık bir şeyler… Sanki daha önce bu nesnelere tutunmuşum…
Aitlik duygusunun yitikliği…
Eski bir kiracı gibi dolaşıyorum odalarda…
Herhangi bir köşesinden kendimi yakalayabilmek… Unuttuğum bazı ayrıntıları ve yaşamımı geriye çağırabilmek umuduyla…
Yaşadığımız üzücü anların geçmişte kalarak… Belleğimizin geriye atmasını özleriz…
Nedenini bilmediğimiz iç sıkıntılı zamanlarda belleğimize / yaşantımıza tekrar tekrar gelişlerini önleyebilmek için…
Üzülmek, hayıflanmak için nedenimiz hep “dün” olur…
Geçici olduğunu bildiğimiz, yoğun yorgunluk, mutsuzluk v.b hafıza kaymalarında bile… Kendimizi bir an önce ele geçirmeye uğraşır… Kimliksizlikle, dün’ü bilememenin ağır yüküyle kıvranırız…
Sancılar içinde benlik arayarak…
EŞYALARA DOKUNARAK…
Duvarlara asılmış ya da bir yerlere bırakılmış aile fotoğrafları olmalı ama yok işte…
Belli ki yalnız yaşanmış bir ev…
Yoksa pek çok şeyi çocukluğumda mı kaybetmiştim…
Sonsuz yalnızlık mıdır bu…
***
Çekmeceleri açıyorum…
Yaşam parçalarım ellerimde…
İrili ufaklı eşyalar…
Kamıştan ve çapıttan yapılmış bubbalar (bebekler)… Renk renk çocuk kalmış, elle yapılmış oyuncaklar… Daha bir sürü şurası kırık, burası eksik eşyalar… Ve küçük notlar…
Alışkanlıklarıma bağlı olmalıyım… Ve eşyalara…
Yığınlarca kağıt tomarı… Kimi elle yazılmış kimi gazetelerden, dergilerden kesilmiş… Kiminin yarısı kopmuş…
Bazı boş hap kutuları…
Hatırlamak istemediğim şeyleri unutamamaktan dolayı uykusuzluk sorunum olmalı…
Ve burada, eşyalara dokunarak, kendimi çağırıyorum…
Geçmişi çabuklaştırmak hevesiyle…
Özenle saklanmış bazı kartlar…
Ve, gönderilmemiş mektuplar… Birkaç sararmış resim…
Bu bensem, yanımdaki kim…
En uzakta… Ayrılırken ondan… Delicesine ağladığım…
DÖNMEK İSTEMİYORUM…
Madde… Maddeler…
Nasıl da, geçmişin akıntıya kapılışında… Su üstüne çıkarak dokunabilir oluyor…
Beni, onca şeyi yapmaya iten insanı düşünüyorum…
Hatırlayamıyorum ve içim de acımıyor.
Bir başkasının yaşamı için üzülebileceğim kadar uçucu bir hüzün…
İşte buradayım… Bilmedik bir kız içimde…
Neden bırakmışım sanki bütün bu çoktan atılması gereken saçma sapan ‘şey’ artıklarını…
Dönmek istemiyorum…
Dönmek istemiyorum kendime…
***
Duvardaki tabloya daldı gözlerim…
Bir cenin, gri fonda…
Büyüyüp yok olmaktan korktuğumu düşünüyorum…
Hiç değişmemiş!..
Aynı şeyleri mi düşünmüştüm bu tabloyu eve ait kılarken?..
***
Mutfakta yığınlarca değişik tabaklar, fincanlar, bardaklar…
Çok dostum olmalı…
Ya da çevresi geniş insanlardan olabilirim…
Belki yakında biri gelir eve…
Bana, beni anlatır…
Ocağın kenarına asılmış not defterime bakıyorum… İki not yırtılmayı unutmuş…
Büyük olasılıkla, onları da atmaya kıyamamışımdır…
Geçmişe oldukça bağlı görünüyorum…
“Not defterini bende unutmuşsun… Onunla birlikte, onca şeyi…”
Çalışma masasında duran bir vazoyu elime aldım, boş sanarak…
İçi boncuklar, renkli çakıl taşları, deniz kabukları, uğur böcekleriyle dolu…
***
Ne kadar da seviyormuşum küçük mutlulukları…
***
Bir kız yaşıyordu…
Bir yerlerde bir koku olmalı…
Kendime ait bir koku ve kimliğim…
Bu evin içinde… Artık hiç tanıyamadığım sokaklarda bir kız yaşıyordu…
Mutlu muydum çoğunlukla?..
***
Yakınlarda tanıdık biri gelerek ellerime beni tutuşturur…
Ve her zaman yaşanacak bir hayat vardır…
Onca yaşam deneyiminden sonra daha sağlam ve insanın kendinin kuracağı… Kapıları ardına kadar açılmış bu yeni hayata… Tüm eşyaları ve taşıyacaklarını bırakarak koşmak…
Hiç arkaya bakmadan…
-------------------------------------------------------
NE
ANILAR…
NE DE ŞARKILAR…
Taa çocukluğumdan beri, Lefkoşa’yı – Şeherimi – yalnız dolaşmaya bayılırdım… Evet, ‘bayılmak’ sözcüğünü: ‘Dili Geçmiş Zaman’ olarak bilerek ve özellikle kullandım; çünkü öyle bir şansım(ız) yok artık…
Yağmurlu günlerde bile, yağmur seyrekleştiği anda sokağa fırlamayı – en azından – mahallemizde dolaşmayı ne çok severdim… Aslında, o zaman düşündüğüm pek çok şey değişse de – neredeyse – tümü duruyor belleğimde…
Bir ülkenin insanının ille de tümünün – aynı ya da aynıya yakınını – düşünüp – sevmesi olası değil kuşkusuz… Ama, Kıbrıs gibi bir küçümen adada ‘çoğunluk’ aynı şeyi – birbirine yakın olarak – düşünebilir…
Aynı dili konuşmada da…
***
Bir şehri, bir insanı, terk etmeye zorlanabilir insan… Ve, çoğu kez bizde olduğu gibi, birbirini düşman sayıp öldürebilir de…
Sadece, ülkemizde değil, Arabistan, özellikle de, ‘Filistin – Yahudi ve Balkanlarda’ birbirine düşman kesilip, birbirini – çocuklarına dek – yok eden, işkence eden ve olmadık zulümlerle yakarak ya da vurarak öldüren insanları da dinledik… Dinliyoruz…
Çoğu pişmandı… ama nereye kadar…
***
Hiç unutmam, Filistin’de genç bir annenin ağlayarak söylediklerini: “Onca zaman burada aynı hava, aynı toprak, aynı denize birlikte sarılanlar… Aynı şarkıları sevenler… Ve, bu şarkıları çoğu kez birlikte söyleyenler… Artık, birbirine düşman…
Ama anılar, şarkılar, çocuklarımız ve ülkemizin geleceği adına: “keşke, tüm bunlar yaşanmasaydı…” diyoruz…
***
Haklıydılar… Hem de yerden göğe kadar…
Bir şehri, bir insanı, evini yurdunu terk etmeye zorlanabilir insan…
Ya isteyerek, ya da korku nedeniyle evini yurdunu terk etmeye zorlanabilir…
Ve arkasına bakmadan terk eder o çok sevdiği, doğup büyüdüğü yerleri…
Ve yüreğinin yarısını geride bırakarak gider…
Ama ne o geride bıraktığı anılarını…
Ne de terk etmek zorunda olduğu topraklar terk edip unutur onu…
Ama her iki tarafın da yaşadığı acı bir gerçek var: Ne onlar şarkılarını…
Ne de şarkıları onları terk eder…
Terk edebilir…