1. YAZARLAR

  2. Neşe Yaşın

  3. Hiç kimse duramayacak kelimelerin önünde
Neşe Yaşın

Neşe Yaşın

Hiç kimse duramayacak kelimelerin önünde

A+A-

 


Bir zamanlar, odamda yapayalnız bir ergen kız çocuğuyken kağıtlara içimde yanıp duran sözleri, ruhumdaki karmaşayı yansıtırdım. Birileri bir gün onları okuyabilir diye ürperirdim ama başka bir dünyada yaşanırdı bu hikaye…
Dışarısı koyu  karanlıktı. Çözemediğim, anlayamadığım, yabancılaştığım, kafa tuttuğum bir dünyaydı. Ben, yalnızca kitaplardaki, filmlerdeki dünyayı severdim. Çevremi kuşatan o sis bulutunun koruyuculuğuna sığınır; bütün kırılganlığım ve masumiyetimle orada otururdum. Dışarıya başımı her uzatışımda  yaralanırdım. Gerçek dünyayla her temasımda, çizikler, kırıklarla dönerdim geriye... Yazıydı benim gerçek evim... Kendim kalabilmek, kirlenmemek için orada yaşardım.
Bu dengenin bozuluşu, ilk kırılma, şiirlerimin yayınlandığı, ilk iki kitabımın çıktığı zaman yaşandı. Artık yazı başka bir şey olmuştu. Beni başkalarının gözünde “bir şey” yapan; statü getiren, ün sağlayan bir araç... Benden yazmamı bekleyen, kendi istedikleri gibi yazmamı bekleyen insanlar vardı bundan böyle. İşte o zaman, yazamaz oldum. İçimdeki sesin kafası karıştı; önce saçmalamaya başladı; sonra da dilsizliğe gömüldü.
Sanki o kitapları yayınlanan  kız ben değildim de başka biriydi. Başkalarında bir “ben” vardı artık; bir de kendimdeki “ben”... Kendimdeki ben “yaralı bir kız çocuğu”ydu. Başkaları için ise bir misyon taşıyan genç bir şairdim.17 yaşımda, derin bir mutsuzlukla yatağımda uzanmışken, Kıbrıs’ın her iki tarafında kanonik olacak bir şiir yazmıştım rastlantıyla... Artık bir ismim vardı ve gazetelerde, televizyonlarda, her yerdeydi. Büyü bozulmuş; yazıyla aramdaki özel ilişki zedelenmişti. Kağıtlara boş boş bakıyor; kendimi zorluyor; yazdığım hiçbir şeyi beğenmiyordum. O yıllarda, dünyadan, onun kötülüklerinden  korkan kadınların genelde yaptığı gibi bir erkeğe sığındım ben de... Hayat, acımasızca üstüme gelirken kendime bir korunak buldum. Orada güvendeydim ama yazıyı arayıp duruyor; onsuz kalmanın acısını çekiyordum. Zaman zaman kağıtlara sarılıyor; içimdeki kargaşayı dökmeye başlıyordum. Artık tek kişi kalmama; yazıyla başbaşa sonsuz aşkımı yaşmama izin yoktu.  Beni korusun diye sığındığım   adam, yazdıklarıma göz dikmiş; onlara kıskanç ve şüpheli gözlerle bakmaya başlamıştı. Yazdıklarımı yatağın altına saklıyordum ama sonunda onları buluyor ve yeri göğü inletiyordu. Kendinin kontrol edemediği bir dünyam olmasına katlanamıyordu. Yazıya düşman olmuştu. Yazan bir kadın kabul edilemez, tahammül edilmez bir durumdu. Yazı, aşkın ve ailenin düşmanıydı.
O hapishaneden kaçıp kurtulmam bir mucize, hayatımın en büyük zaferiydi. Özgürlüğüme kavuşunca yeniden doğmuştum ve sular seller gibi yazmaya koyulmuştum.
Sonra yazdıklarıma hep kızanlar oldu. Beni onlar yüzünden cezalandırmaya çalışanlar...
Düşüncelerime öfkelenenler, kelimelerime savaş açanlar. Bunlar acı verdi ama en büyük acı yazamamaktı. Birileri ne der diye düşündüğüm anda yazı bana küsüyordu. O, bir yalnızlık içinde baş başa kalmamızı; dışarıdakileri unutmamızı istiyordu. İçimdeki ses, en yalansız, en sahici biçimde ona gelsin, ruhumdaki şarkı özgürce çınlasın istiyordu. Yalnızlığım sözcüklere doğru özgürce akmadıkça şiir olamıyordu.
“Başkaları ne der?” yazının en büyük düşmanıydı.
Sonra bir gün bir “Rüzgar Prens”im oldu. Yazdıklarımı ona uçurmaya başladım. İçimdeki sesleri işitsin beni çok sevsin, beni anlasın, hep yanımda olsun istiyordum. Birine doğru konuşmak beni avutuyordu. Ona ulaşmak istediğim için daha da büyük bir heyecanla yazıyordum. Yazı hayattaki herşeyi çözer; herkesi dize getirir sanıyordum.
Ama bu bir hayaldi, benmerkezci bir saçmalıktı yalnızca. Yazı benim sandığım mucizevi güce sahip değildi. Hayat başka yerdeydi. Ne yazıyla ne şiirlerle, en yakın olduğumuz zamanlarda bile kavuşamıyordum ona... Kavuşamadıkça daha da bağlanıyor; bunca yıl taşıdığım o derin yalnızlığımı onun bakışları ısıtsın; beni hayatının merkezine koysun istiyordum. Aşkın imkansızlığında savrulurken içimi kemirip duran tutkularla yazıya  daha da  sarılıyordum. İçimdeki ses, ona doğru konuşurken o başkalaşıyordu hayalimde... Beni işitiyor; herşeyi biliyor sanıyordum.
Bazen, onun beklenmedik bir yakınlığı, içimi sevinçle doldurur beni bir süre avuturdu. Ama birden kapıları kapatacağını; gizli odalarına girmeme izin vermeyeceğini bilirdim. Yazdıklarım ona dokunsa da geçip gidiyordu sanki bu... Yazı bu dünyanın köşeli gerçeklerine, kabalığına ve zulmüne karşı ne yapabilirdi ki?
Sonra birden beklenen, gelmekte olan küçük felaketimi yaşadım. Hala çözemediğim bir derin yaralanma... Bir şey, o çözemediğim şey öylesine dokundu ki sanki hiç geçmeyecek; hiç iyileşmeyecek gibi... Hep kanayan, hep acıyan, hiç dinmeyen bir kırılma...
Bunun yazıdan başka ilacı yok biliyorum. Ama kelimeler özgürce yola çıktıklarında hep karşılarında onları durdurmaya çalışan birilerini buluyorlar.
Onları kim durdurabilir yine de? Belki savaşın kötülüğünden; belki aşktan söz edecekler. Kanatlanıp uçacaklar... Belki o Rüzgar Prensin önüne gelecekler ve onun gözlerinin içine bakıp kırgınlıklarını anlatacaklar. Bütün o uzak zamanlarda yaşanan cehennemlerden söz edecekler. Dünyada bazı şeylerin çaresi yok bunu öğrenecekler. Belki daha çok kırılıp daha da içlenecekler. Ama kimse durduramayacak onları.
Ordular, derin devletler, zalim erkekler... Hiç kimse duramayacak kelimelerin önünde... Ölüm bile...

Bu yazı toplam 2954 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar