Hınç Eleştirelliği
Hınç Eleştirelliği
Tufan Erhürman
BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in, TBMM kürsüsünde, dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin için söyledikleri, her hatırladığımda derin düşüncelere gark eder beni. Konuşmanın yapıldığı gün, Önder açlık grevinden çıkmıştı. Grev süresi boyunca uzun uzun düşünme fırsatı bulduğunu ve bazı konularda nedamet (pişmanlık) getirdiğini açıkladı önce. Belli ki pişman olduğu konulardan biri de dönemin İçişleri Bakanı Şahin’i o güne kadar sert biçimde eleştirmiş olmasıydı. Şahin ile ilgili fikirlerinin değiştiğini, onun varlığının bütün yurttaşlar için umut kaynağı olduğunu söyleyerek ifade etti önce. TBMM Genel Kurulu dikkat kesildi. Önder’in Şahin’e bu denli iltifat etmesi kimsenin beklediği bir şey değildi. Sonra bu görüşünün kaynağını açıkladı: “Herkese, Sayın İdris Naim Şahin İçişleri Bakanı olduysa ben de her şey olabilirim duygusu veriyor. Bir cumhuriyetin bunu başarmış olması az şey mi?”
Elbette Önder’in bu konuşması her kula nasip olmayacak bir zekanın, bir yeteneğin ürünüdür. Ama derinlerdeki mana, satıhtaki ince alaydan çok daha önemlidir bence.
Cumhuriyet rejimi, monarşilerden, yani iktidarın babadan oğula geçtiği rejimlerden, yurttaşların tümünün hukuken eşit kabul edilmesiyle ayrılır. Rejim cumhuriyetse, her yurttaşın, en azından hukuken, her mevkie gelme hakkı, olanağı vardır. Oysa monarşide ve onunla birlikte var olan aristokraside, kimin hangi makama geleceğini çoğu zaman hangi aileye mensup olduğu belirler. Sıradan bir tebaanın, ağzıyla kuş tutsa, dünyanın en zeki insanı olsa dahi, belli makamlara gelmesi olanak dışıdır.
Hukuki eşitlik elbette cumhuriyetle birlikte elde edilen son derece önemli bir kazanımdır. Ama bu kazanımın beklenen sonuçları doğurması, yalnız ve ancak hukuki eşitliğin tüm alanlarda eksiksiz biçimde sağlanmasıyla mümkün olur. Cumhuriyet rejiminde bazı kişiler, bazı makamlara alavere dalavere ile gelmeye, hak etmedikleri bazı olanaklara sahip olmaya başlarlarsa, rejimin meşruiyeti tartışılmaya başlar. Alt sınıftan birinin kızının, oğlunun, zekası, yeteneği, çalışkanlığıyla en üst makamlara gelmesi, çalmadan çırpmadan belli maddi olanaklara sahip olması cumhuriyet rejiminin hasleti olarak kabul edilebilir. Ancak önceki cümlede sayılan özelliklere sahip olmayan birilerinin hızla yükselmesi veya çalarak, çırparak zenginleşmesi ve bunun halk tarafından fark edilmesi durumunda işler değişecektir. Bu durumda aslında hukuki eşitlik tam olarak sağlanamamış, adalet yerini bulamamıştır ve bunlar rejimin meşruiyetini ister istemez sarsacaktır.
Benzer örneklerin artmasıyla, toplum içerisinde herkes, her makamdaki insanın yerinde, onun değil, kendisinin olması gerektiğini, o kişinin orada, kendisinin burada olmasının sebebinin yalnızca adaletsiz sistem olduğunu düşünmeye başlar. Dahası, bu tip adaletsiz örnekler arızi durumlar olmaktan çıkar ve sürekli tekrarlanır hale gelirse, belli makam ve mevkilerde olmayanlar arasında Max Scheller’in deyimiyle bir “hınç (ressentiment)” kaçınılmaz olarak hızla yayılır. (Okuyucu, bu noktada uzun bir parantez açmama izin versin lütfen. Scheller’in Hınç adlı kitabını sevgili Niyazi Kızılyürek tavsiye etmişti bana. Her satırını Kıbrıslı Türklerin halleri üzerinde saatlerce düşünerek okumak mümkün. Ben de, Niyazi’nin izniyle, herkese hararetle tavsiye ediyorum).
Böyle bir hınçla donanmış toplumun bu halden kaynaklanan kendine özgü bir eleştirelliği vardır Scheller’e göre: “Bu özel türden ‘ressentiment eleştirelliği’ni niteleyen şey, eleştirilen koşullardaki iyileştirmelerin tatmin etmemesidir; iyileştirmeler olsa olsa hoşnutsuzluk yaratır çünkü suçlama ve olumsuzlamanın verdiği artan hazzı yok eder. Birçok modern parti, taleplerinin kısmen karşılanmasından ya da vekillerinin kamu hayatına yapıcı katkılarından son derece rahatsız olacaktır çünkü böylesi bir katılım muhalefet zevkini ortadan kaldırır. Taleplerinin yerine getirilmesini ciddi olarak arzulamamak ‘ressentiment eleştirelliği’ne özgü bir durumdur. Bu eleştirellik derdin deva bulmasını istemez; dert bir eleştiri bahanesidir sadece” (Max Scheller, Hınç, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Kanat Yayınları, 2004, s. 12).
Kıbrıs Liralarının 36’dan Türk parasına çevrilmesiyle, tüm seçimlerde ama özellikle 1981 ve 1990 seçimlerinde yaşananlarla, yapanın yaptığının yanına kar kaldığına ilişkin yaygın kanaatle, parayla oy satın alındığına ilişkin bilgiyle, eşdeğer dağıtım yöntemiyle ve daha nicesiyle adalet duygusu delik deşik edilmiş, zekası, yetenekleri ve çalışma kapasitesi itibarıyla, müdür, müsteşar, milletvekili, parti yöneticisi, bakan, vs. olmasının olanaksız olduğu bilinen insanların bir anda bu mevkilere geldiğine tanıklık etmek zorunda kalmış bir toplumun fertlerinin beyinlerinin ve yüreklerinin, Scheller’in sözünü ettiği “hınç”ın esiri olmaması sanırım mümkün değildir. Bu şartlar altında bu toplumun siyasetçisinin, medya mensubunun ve her bir yurttaşının eleştirelliği de doğal olarak “ressentiment eleştirelliği”nden başka bir şey olmayacaktır.
Gelin görün ki böyle bir eleştirelliğin, modernleşmenin esası olan, gelişmenin ve ilerlemenin motoru işlevini gördüğü düşünülen eleştirel tutumla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Belki de toplumumuzda bu kadar çok eleştiri yapılmasına rağmen bir türlü ilerleyemeyişimizin, gelişemeyişimizin temel sebeplerinden biri budur.
Not: Okuduğunuz yazı, 3 Kasım 2013’te adres’te yayınlanmıştı.