“Hıncımın Ahlaki Değerine ve Tarihsel Doğruluğuna İnanıyorum!”
Genellikle hınç kavramına olumsuz anlamlar yüklüyoruz. Ben de kendi çalışmalarımda hıncı insanın ve toplumun içini/zihnini kemiren bir duygu olarak tanımladım.
Fakat gerçek şudur ki, kaynağı da, edimi de farklı olan hınçlar vardır. Nitekim, Bir Hınç ve Şiddet Tarihi adlı çalışmamda çeşitli hınç duygularına gönderme yaptım.
“Hınçlara” diyorum, çünkü Nietzsche’den farklı olarak, Max Scheler farklı hınçların olduğunu göstermiştir. Örneğin herkesin formel olarak eşit olduğu modern kapitalist toplumlarda var olan ciddi eşitsizlikler hınç duygusunu besleyebiliyor. Nitekim, buradan hareket eden Zizek ve başka düşünürler, solun kapitalist düzene karşı hınç duygusunu seferber ettiğini ileri sürüyorlar.
Nietzsche hıncı, zayıfların güçlüler karşısında kapıldıkları acizlik üstünden tanımlar. Tepki göstermekten, intikam almaktan aciz olanların “kapıldığı hayali bir intikam” duygusundan beslenen hınç duygusunun “köle ahlakını” yarattığını söyler.
Bu kısmen doğrudur, çünkü intikam alındığı zaman hınç duygusu sona eriyor. Fakat hıncın tek nedeni acizlikten kaynaklanan “ahlaki düşkünlük” değildir.
Max Scheler, haksızlığa uğramış her insanda hınç duygusunun kabardığını ve eğer başa gelen haksızlığı ortadan kaldıracak gücünüz yoksa, hıncın “zihni zehirleyen” bir saplantıya dönüştüğünü belirtir.
Aslında hınç duygusunun intikama yol açtığını ve bunun toplumların birliği veya barış açısından son derece tehlikeli bir duygu olduğunu ilk defa Eski-Yunanlılar fark etti ve Peloponez Savaşlarından sonra birlik ve barış uğruna “hınç yasağı” uygulayarak af yasası çıkardılar (M.Ö 404).
Fakat geçmişin üzerini süngerle silmek hiç kolay değil. Çoğu zaman, kabul edilir de değildir. Bu yüzden hınç, tedavisi zor bir duygusal durumdur. Bunun için, ya başınıza gelen haksızlık ve engellemeler sona erdirilecektir, ya da failler cezalandırılacaktır. Ne birinin, ne de ötekinin yapılmadığı durumlarda hıncın sırf zaman aşımıyla ortadan kalkmasını beklemek, boşunadır.
Hıncına dört elle sarılan Jean Amery’nin anlatısı bize bunu açıkça göstermektedir.
Avusturyalı bir Yahudi olan Amery, Nazilerin ölüm kamplarından sağ kurtulan biridir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Almanya’nın bir yandan İsrail’e “kan parası” (kefaret) öderken, diğer yandan Batı Avrupa’nın demokratik ulusları arasında kendisine yer bulması, Jean Amery’yi çileden çıkarıyor.
Hatırlatmakta yarar vardır. O dönemde Almanya henüz geçmişiyle yüzleşmiş bir ülke değildi. Hükümette ve devlet dairelerinde görev yapan Naziler vardı. Katiller bilindiği halde yargılanmıyordu. Tam tersine, korunuyorlardı. Soğuk Savaş ve Avrupa Birliği’nin kuruluş süreci derken, Nazi geçmişi unutulmaya terk edilmişti.
İşte, Jean Amery buna isyan eder! Almanya ve Almanya’nın destekçileri geçmişi zamana bırakıp unutma ve mağdur ettikleri ülkelerle barışma çabası içindeyken, Amery yaşadığı korkunç haksızlığın tanınmasını, kabul edilmesini talep ediyor ve hıncından asla vaz geçmeyeceğini haykırıyordu: “Hıncımın ahlaki değerine ve tarihsel doğruluğuna İnanıyorum!”
Nietzsche’nin lügatinde “köle ahlakı” anlamına gelen hınç duygusu, onun hayatında etik bir duruşa tekabül ediyordu!
Ama şunu da biliyordu: Devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda insanların ve toplumların yaşadığı haksızlıklar gözden kaçırılıyor ve zamanın akışına bırakılıyordu. Batı dünyasının “üstün” çıkarları o dönemde bunu gerektiriyordu ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının Batı Almanya’sını hiç kimse sorgulamak istemiyordu.
Amery, bütün bunları görüyor ve asla kabul etmiyordu. Onun için hınç, yaşananları zamanın ahlak-dışı akışına bırakıp unutmaya karşı kendini korumaktı. Etik bir duruştu.
Ama bir şeyi daha biliyordu: Sonunda kaybedecekti!
Nitekim Hınç üzerine yazdığı muhteşem makalesinin sonunda yenilgiyi kabul etmişti: “Aslında Nietzsche ve Scheler’in korkuları yersizdi. Bizim köle ahlakımız galip gelmeyecek. Hıncımızın –ki ezelden beri yenilenlerin ahlakı olmuş ve her gerçek ahlakın kaynağı olmuştur- galiplere bu şer zaferlerini zehir etmesi ihtimali pek küçüktür, hatta böyle bir ihtimal hiç yok bile denebilir. Biz kurbanlar, bir zamanlar toplama kampı argosundaki anlamıyla, tepkisel kinimizin ‘işini bitirmek’ zorundayız. Öldürmekti bunun anlamı. İşini bitirmek zorundayız ve yakında bitirmiş olacağız. Kinimizle huzurunu kaçırdıklarımızdan, o güne dek sabır göstermelerini rica ediyoruz.”
Jean Amery, sonunda intihar ederek, katlanamadığı dünyaya veda etti (1978).
O tarihlerde Almanya geçmişiyle sert bir yüzleşme sürecini başlatmanın eşiğindeydi. 1968 Kuşağı, bir önceki kuşaktan hesap sormaya başlamıştı. Kolektif belleğin sorgulanmasına yol açan bu toplumsal sarsıntı, ilerideki on yıllarda şekillenecek olan yeni bir tarih bilincinin çıkış noktasıydı. Nitekim, sonunda Almanya Nazi geçmişiyle yüzleşti ve bu yüzleşme sayesinde demokratik bir toplum olmaya doğru yol aldı. “Kan ve Toprak” (Blut und Boden) anlayışına dayalı etnik cemaat (Volksgemeinschaft), yurttaşlardan oluşan politik bir cemaate dönüştü.
Merak ettiğim ama yanıtını asla bilemeyeceğimiz soru şudur: Jean Amery, bu süreci yaşasaydı intihar eder miydi?