HİŞT!..
Dilin, kalemin tutulduğu zamanlar vardır… Suya yazmak gibi ağır bir boşunalık duygusuna kapıldığın, bir yandan da “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” dediğin zamanlar…
Burnunuzun direğini sızlatan ağır kokuşmuşluk, yüreğinizi dağlayan ağır bir adaletsizlik ve vicdansızlık, çevrenizi sarmalayan derin sessizlik… İşte öyle zamanlarda kabuğunuza çekilip kaybolmak, dünya ile tüm bağlantınızı koparmak istersiniz… Oturursunuz makine başına, gözünüz ekranda, parmaklarınız klavyede, aklınızda bir korku filminden fırlamışçasına kayan cinayetler, katliamlar, haksız tutuklamalar, hayatı zindan edilen kadınlar, erkekler, çocuklar, insan hikâyeleri… Söyleyecek söz bulamaz, bulduğunuz sözü anlamlandıramaz, anlamlandırdığınız sözü etkili bulmaz, kalkarsınız masadan…
Birinin ölüm haberini aldığınızda tutulur kalır, ne diyeceğinizi bilemezsiniz ya…
Birinin ağır, ölümcül bir hastalığa yakalandığını duyar, diliniz damağınız kuruyup kalırsınız ya…
İşte öylesine hızla hastalanan, öylesine hızla ölüme, yok oluşa koşan bir coğrafyada gözüne far tutulmuş tavşan gibi öylece felç olup, sıkışıp kalma duygusunun herkesi, hepimizi sardığı bir zamandayız…
Oysa sert, soğuk bir kışı geride bırakıyoruz artık. Güneş henüz utangaç yüzünü bir açıp bir kapıyor cilveyle… Ovalar sarı, kırmızı, mor çiçeklerle doldu bile, her ne kadar betona alışkın gözlerimizi kaldırıp etrafa bakmıyorsak da…
Çok üşüdük, çok yorulduk, çok yıprandık… Bu ıslak karanlıktan çıkmak, bu yüreğimizi üşüten kıştan bahara adım atmak için her şey hazır aslında…
Bir şey lazım bize… Bir şey…
Bir “Hişt!” sesi belki…
Bizim, bizi dürtecek, uyandıracak, silkindirecek, harekete geçirecek bir “Hişt!” sesine ihtiyacımız var çünkü…
O beklediğimiz “Hişt” sesi her gün, her an kulağımıza fısıldanıyor oysa…
Sadece kulak kabartmak, duymak, duyup gülümsemek ve ürkmeden, korkmadan “Hişt!” demek lazım etrafımızdakilere… Ve her “Hişt!” biraz daha güçlü, biraz daha yüksek sesle yankılanıp, birbirimize geçmeli… Kocaman bir koroya dönüşmeli…
“Hişt!”…
“Hişt!” etrafına bak!..
“Hişt!” yanında, yörende her biri umutsuz ve bıkkın adımlarla yürüyen insanları fark et!...
“Hişt!” ne kadar çok, ne kadar güçlü olduğunu anla!...
“Hişt!” toparlan!
“Hişt!” harekete geç!...
“Hişt!” değiştir!...
“Hişt!” sesini duymayan, “Hişt!” sesiyle irkilmeyen, “Hişt!” sesiyle canlanmayan, “Hişt!” sesiyle harekete geçmeyen hiçbir kulak, hiçbir gönül, hiçbir ruh kalmamalı… Ki dağıtabilelim bizi çevreleyen şu ağır karanlığı…
Ne diyor Sait Faik?
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!”