HOŞGELDİN DENİZ BEBEK
Yıllar birbirini kovalarken kuyrukluyıldızların peşinden; bir oyunda gibi dönüp dururuz evrenin sonsuzluğunda…
Gezegenler birbirini itip çekerken, gelgitler oluşur Denizler’de… Dalgaların ağır ağır dövdüğü kayalar gibi nice hayatlar biçimlenir bu süreçte…
Şu küçücük (yarı buçuk) adacıkta da değişmez; o bu büyük döngü…
Otuz yıl önce, soğuk bir Kasım sabahında kollarıma aldığım canım oğlum, Salı gün baba oldu; canım kızım da anne…
E, bu durumda ben ne oluyorum, sizce!?..
Beynim, “dedeliği” (yaşlılık çağrışımı yaptığı için) henüz kabullenemese de; kalbim, “şimdilik, büyükbabalıkla başla da alışırsın zamanla”diye yüreklendiriyor beni.
Eşim (doğal annelik duygusuyla) “babaanneliğe” çoktan hazırmış meğer; tüm heyecanına karşın, benden daha hızlı uyum gösterdi bu değişime… Oğlum ve kızım da öyle…
Hayat karşısında, benim kadar “şaşkın” duran Deniz, nasıl bir dünyaya doğduğunun ayırdında değil henüz; ne de benim o karmaşık duygularımdan…
İçgüdülerinin peşinde yaşama tutunma çabasında; annesinin kokusu ve babasının sesi dışında dünyaya antenleri kapalı!...
Benim yapabildiğim tek şey (huysuz bir muhalif olarak) kulağına bir şeyler fısıldamak:
“Hoş geldin Deniz…
Sana güzel bir Dünya, barış içinde bütün bir ADA bile sunamadığımız için, bizi bağışla.
Biz başaramadık…’Bu memleket bizim’ diye söylenip durduk da; köşelerimizde oturup; başımıza çorap örenleri seyretmekten öte bir şey yapmadık; yapamadık.
Senin gibi bebeklerin bir avuç kakasına burun tıkayanlar; dünyamızı o kadar çok kirlettiler ki evrimleşip ‘bok böceklerine” döndük her birimiz… Kendi pisliğimizi yuvarlayıp büyütme peşinde koşarken; milyonlarca çocuğun açlığını, göç yollarında geleceksizliğe yürüdüğünü unuttuk…
Bağışla bizi Deniz…
Sen çirkinlikler, kötülükler ve barbarlaşan insanlar karşısında adın kadar cesur, temiz ve engin duracaksın; bunu, gür çığlığından biliyorum…
Hayatın fırtınasına kapılıp gitmek yerine; dalgalarını yükseltip dik duracaksın; minicik yumruklarını sıkışından anlıyorum…
Sen ki, adaları, kıtaları kucaklayan o görkemli denizlerle aynı adı taşıyorsun; büyüdükçe, yalnızca güzellikleri, barışı, özgürlüğü ve sevgiyi kucaklayacaksın; deniz mavisi yastığına sarılışından anlıyorum…
Sen, ilke, onur, erdem, dürüstlük gibi sözcüklerin insanlık için gerekli olduğunu tekrar hatırlatacaksın bize… Bizim telaşlarımız, korkularımız karşısında, dudağını hafifçe yana kaydırıp bu hallerimizle dalga geçişinden anlıyorum bunu…
Hoş geldin Deniz…
Bize unuttuğumuz birçok duyguyu, yeniden yaşattığın;
yaşam sevincimizi güçlendirdiğin;
sevginin birleştiriciliğini hatırlattığın için, teşekkürler...
***
Ben sana bu satırları yazarken, ülkemizi betona peşkeş çeken hükümet yine iş başındaydı ne yazık ki…
Çocukluğumun güzel anılarını barındıran; Lefkoşa’nın soluklandığı geniş bir yeşil alan daha, adamıza çok çektiren birinin adına kurulacak üniversiteye peşkeş çekildi… Hani o hep öne sürülen “Garantörlük” hakkının temelinde yatan 1960 Anlaşmalarıyla adaya gelen Türkiye Alayı’nın 1974’den sonra telleyip el koyduğu Kermiya’nın Güney toprakları betona kurban edilmek isteniyor…
Kanlıdere’nin batısından Eski havaalanı yoluna kadar uzanan bu yeşil alan’ın bir kısmı Lefkoşa Şehir Parkı için istenmiş; ama bugüne kadar asker geri adım atmamıştı… 74 Öncesi “Ara bölge” konumundaki bu 200 dönümlük arazinin neden askere verildiği kadar; şimdi neden betona boğulmak istendiği de muamma…
Sen büyüyene kadar orası park olacaktı oysa… Elinden tutup, çocukluğumun anılarını anlatacaktım sana… Güzele, yeşile düşman olanlara karşı senin için (ve bu ülkenin geleceği olan senin kuşağın için) direneceğiz Deniz…
Başaramazsak, şimdiden bizi AFFETME…