Hugo ve Camus’nün idam mahkûmları: Moderniteden post-moderniteye doğru
1974’te başlayan süreçte daha ilk andan itibaren post-modernitenin “kaos” ve “belirsizlik” dediği koşulların son derece bariz örnekleriyle dolu bir yaşamın içerisine girdik
Şevki Kıralp
[email protected]
Victor Hugo, “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eserini modernitenin gerek düşünsel anlamda, gerekse insanlığı sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan dönüştürürken son derece güçlü olduğu 1820’li yıllarda yayınlamıştır. Albert Camus ise, yaşadığımız hayatın ve dolaylı olarak onun temel çekirdeklerinden olan modernitenin “absürtlüğünü” anlattığı “Yabancı” isimli eseri 1940’lı yıllarda yayınlamıştır. Bahsi geçen her iki eserin ana karakterleri önceden planlamadıkları birer cinayet işleyerek idama mahkûm edilen iki Fransız’dır. Ancak; dünyayı, yaşamı ve ölümü algılama biçimleri birbirlerinden çok farklıdır. Hugo, eserindeki idam mahkûmu aracılığıyla modernite değerlerine bağlı bir duruş sergilemekte, ancak modernitenin yarattığı sistemin işleyişine karşı eleştirel bir tablo çizmektedir. Camus ise yaşadığı hayatı anlamsız bir kaos olarak gören idam mahkumunun ağzından önümüze hayata bazı sorular koymaktadır: “Ne fark eder ki?” ya da “ne anlamı var ki?” gibi. Bu yazıda bahsi geçen modernizm ve post-modernizm gibi düşünce akımlarının mimarlarının çoğunluğu Fransız düşünürlerken, iki ayrı idam mahkûmu aracılığıyla iki ayrı dünya görüşünü okuyucularına aktaran Hugo ve Camus da Fransız’dır.
Düşünsel anlamda modernite ve post-modernite
İnsanlığın son iki yüzyılındaki siyasetin, ekonominin, kültürün ve sosyal yaşamın çoğu temel taşını tasarlayan, geliştiren, şekillendiren ve yaşatan değerler bütünü moderniteydi. Amerikan bağımsızlığı ve Fransız ihtilaliyle açılan çığırda ifade özgürlüğü, seçme-seçilme hakkı, yargı özerkliği, yasalar önünde eşitlik, fırsat eşitliği, laiklik, cinsiyet eşitliği ve daha pek çok kavram çağdaş devletleri şekillendirmeye başladı. Moderniteye devrimsel nitelik katan temel özelliklerden biri, kendilerini bilimsel akla dayandıran Rönesans ve aydınlanma geleneklerinin bir ürünü olmasıydı. 19’uncu yüzyılda bilim gerçeğe ve doğruya ulaşmanın tek aracı olarak görülürken, insanlığın geleceği için bilimsel akıl devreye sokulurken ve her biri modernite ideolojileri olan liberalizm, ulusçuluk ve Marksizm geleceği bilimsel akıl temelinde planlamayı öngörürken, insanlık hızlı bir dönüşüm içerisine girdi. Kentleşme, okur-yazarlığın ve eğitimin yaygınlaşması, insan neslinin (elbette tamamının değil ama önemli bir kısmının) devlete ait tebaa olmaktan çıkarak devlete sahip yurttaş olma sürecine girmesi de moderniteye borçlu olduğumuz gelişmelerdi. Modernite feodalizm ve aristokrasiyi yıkarak yerine endüstriyel kapitalizm ve burjuvaziyi getirmiştir.
Modernite’nin doğumunda Voltaire, Montesquieu, Tocqueville ve Rousseau gibi Fransız düşünürler çok büyük oranda pay sahibiyken, bugün modernitenin çöktüğünü ve post-modern çağın başladığını iddia eden post-modernist geleneğin doğuşu da yine büyük oranda Fransız düşünürlerin katkılarıyla gerçekleşti. Foucault, Lyotard, Derrida ve Baudrillard gibi düşünürlerin öncülüğünde gelişen post-modern düşünce, modernite geleneklerinin (örneğin liberalizm ve komünizm gibi ideolojilerin) bu çağda geçerliliği kalmadığını savunmaktadır. Modernite gerek evrensel düzeyde, gerek devlet, gerek toplum, gerekse de birey düzeyinde insanlığın kendi geleceğini planlamasının mümkün olduğunu savunurken post-modernizm hayatı bir tür bilinmezlikler diyarı olarak görmektedir. Modernite bilimsel akıl yoluyla gerçeğe ulaşmayı savunurken post-modernist düşünce bilim ve bilginin bizleri “mutlak gerçeğe” ulaştırmasının mümkün olmadığını ve bilim, bilgi ve “gerçeğin” günümüzde iktidarların kitleleri tahakküm altına alırken yararlandıkları araçlar haline geldiklerini ileri sürer. Ayrıca, post-modernistlere göre bilgi iktidar ve güç ilişkileri içerisinde üretilmekteyken yaşadıklarımız “gerçekten” ziyade “ilüzyondur”. Post-modernistler, liberalizm ve Marksizm gibi insanlığın sorunlarına totalci, bütünlüklü çözümler getirmeyi öngören ideolojileri reddeder ve çareyi daha dar kapsamlı mücadele alanlarında arar. Buna göre, eşcinseller kendi LGBTİ örgütlerinde, işçiler kendi sendikalarında mücadele etmeli, gerisine çok da fazla kafa yormamalıdırlar.
Victor Hugo ve “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”
Modern Fransız edebiyatının en önde gelen isimlerinden Victor Hugo, “Bir idam Mahkûmunun Son Günü” başlıklı romanında, ailesine ekmek alacak ve hasta kızını doktora götürecek parası olmayan bir babanın, soymaya teşebbüs ettiği adamı paniğe kapılarak öldürmesi sonrasında yargılanmasını ve idama mahkûm edilmesini anlatır. Hugo bu eserde insan hayatının değerine son derece güçlü bir vurgu yaparak idam cezasına karşı çıkar. Romanda idama mahkûm edilen baba, kendisini suç işlemek zorunda bırakan sistemin sosyal adaletten yoksun olduğunu ve insanları hayatta kalabilmek için suç işleyecek kadar yoksullaştıran bir düzenin yurttaşlara adalet dağıtacak kadar adil olamayacağını anlatır. Cinayeti işlediği için pişmandır. Eşini, kızını ve annesini yoksulluğa terk edeceği için üzgündür. Öleceği için korku içerisindedir. Bütün bunları bir sistem mağduru olarak yaşamasından ötürü de mazlumdur. Önce avukatına mahkemeden ölüm cezasının ömür boyu kürek çekme mahkûmiyetine çevrilmesini talep etmemesini tembih eder. Kadırgalarda kürek mahkûmu olmaktansa ölmeyi yeğleyebileceğini düşünür. Ancak, cezası yani ölüm saati gelip çatınca, yaşamın değerini ve ölümün korkunçluğunu hisseder. “Bir kürek mahkûmu hiç değilse güneşi görür” diye haykırır. Kendisini en çok rahatsız edenlerden biriyse, idam cezasının infaz edileceği meydanda toplanan kalabalığın, bir insanın giyotin altında can vermesini izlemeye olan meraklarıdır. Genç baba esasen inançlı birisidir ancak kendisini günahlarından arındırarak ölüme hazırlamak için gelen papaza karşı isyan halindedir. “Papazlar bana yoksulluğu ve açlığı yaşarken yardım etmediler, şimdi öleceğim ve başıma akbaba gibi çöktüler” der. Fakat ölüm anı yaklaştıkça isyanı yatışır ve son dakikalarındaki dert ortağı papaz olur. Romanın sonunda çaresizlik içerisinde idam edilir. İdamı izleyen kalabalık “bakın kafası koptu!” diye bağrışır. Hugo’nun bu romanda verdiği en önemli mesaj, sosyal adalet olmadan yasalar önünde eşitlik anlamındaki adaletin de gerçekleşemeyeceğidir. Çünkü insanları sefalete mahkûm eden sistemi yargılayacak herhangi bir yargı bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Hugo modernite değerlerini savunmaktadır ancak bu değerlerin uygulamadaki eksik ve çarpık yanları ortaya koyarak daha ideal bir dünyaya ulaşmak için yapılabilecek bazı değişikliklere dikkat çekmektedir.
Albert Camus ve “Yabancı”
Albert Camus’yu “post-modernist” olarak adlandıramayız. Kendisinin katkıları temelde yaşadığımız hayatın anlamsız olduğunu savunan absürdizm ve kişinin kendi varoluşunu kendi eylemleriyle kendisinin yaratması gerektiği görüşünü dillendiren varoluşçuluk akımlarınadır. Fakat kendisinin çalışmaları post-modernistlere ilham kaynağı olmuştur, çünkü Camus yaşadığımız dünyanın bir belirsizlikler, daha doğrusu anlamsızlıklar dünyası olduğunu iddia eder ve modernite değerlerine fazla anlam yüklenmesini doğru bulmaz. Bu da kendisi ile post-modernistler arasındaki ortak bir noktadır. Camus, 1940’lı yıllarda yayınladığı “Yabancı” isimli eserde idam istemiyle yargılanan karakter Meursault’nun serüvenini anlatır. Romanın başında Meursault annesini kaybeder. Annesi, Meursault’nun ekonomik durumu bakımını evde yaptırmaya uygun olmadığı için bir yaşlılar evindedir ve vefatı da burada gerçekleşir. Meursault yaşlılar evine gittiği zaman orada çalışanlarla ve evdeki diğer yaşlılarla tanışır. Annesinin ölümünü oldukça doğal karşılaması oradakileri şaşırtır ve kızdırır. Cenazeden sonra sevgilisiyle buluşan Meursault, evliliğin kendisi için bir anlamı olmadığını söyler ancak sevgilisine “istersen evlenebiliriz” der. Roman boyunca sevgiden, üzüntüden ve hayata anlam vermekten son derece uzak bir ruh hali içerisinde hareket eder. Arap kökenli bir kız arkadaşı olan ve kızın abisi ile başı derde giren bir arkadaşına yardım etmeye çalışan Meursault bir kavgaya karışır. Arkadaşının elini kana bulamasını engellemek için tabancasını alır. Daha sonra tabanca yanındayken yalnız başında sahile gider. Sahilde rastgele kızın abisi ile karşılaşır ve adamı arkadaşından aldığı tabanca ile öldürür. Bu cinayet ne ırkçı bir cinayettir ne de tam anlamıyla önceki kavganın bir uzantısıdır. Aksine, cinayeti neden işlediğini Mersault da tam anlamıyla bilmemektedir ve işlenen cinayet absürt bir cinayettir. Meursault yargılanırken iddia makamı annesinin ölümü karşısındaki tepkisizliğine de dayanıp kendisinin toplum için zararlı bir birey olduğunu da öne sürerek idamını ister. Meursault cinayeti de itiraf eder, annesinin ölümünü doğal karşıladığını da. Yaşamı da, ölümü de, çalıştığı işi de, kız arkadaşıyla ilişkisini de, işini de, işlediği cinayeti de anlamsız bulur. Fakat hiç biri için de pişman değildir. Hakkında idam cezası verilir. Tıpkı Hugo’nun idam mahkûmuna gönderildiği gibi Meursault’ya da bir papaz gönderilir ancak Meursault papazı “benim inancım yok, beni yalnız bırak” diyerek kovar. Kısacası Camus’nun Meursault’su, tıpkı romanın adındaki gibi yaşadığı hayatın içerisinde o hayata “Yabancı” olan ama bunu umursamayan bir insandır.
Kuzey Kıbrıs bireyi hangi mahkûma daha çok benziyor?
Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan ahali olarak, moderniteyi hiçbir zaman uygar dünyanın deneyimlediği şekliyle deneyimlemedik ve 1974’te başlayan süreçte daha ilk andan itibaren post-modernitenin “kaos” ve “belirsizlik” dediği koşulların son derece bariz örnekleriyle dolu bir yaşamın içerisine girdik. Bir kere, adanın kuzeyindeki sistem kendisine modernite değerleri olan sosyal adaleti, çağdaş bir yargıyı, bireysel ve toplumsal özgürlükleri ya da fırsat eşitliğini hiçbir zaman dert edinmedi. Ayrıca, 1974 sonrasında Kıbrıslı Rumlara ait bir evde, arsada ya da iş yerinde yaşam kurmak zorunda kalan herkes bu yaşamın kendisinden ne zaman geri alınacağının belirsizliğiyle yaşadı. Türkiye’den gelip yerleşen herkes burada kalıcı olup olmadığının belirsizliğini yaşadı. Asgari ücretli özel sektör çalışanları her ay “ay sonunu nasıl getireceğim” diye kaos yaşıyor. Yaşamına bir şey katmak için bankalardan borçlanan vatandaşlar döviz ve faizle nasıl başa çıkacaklarının kaosunu yaşıyor. Eğitimini tamamlayan gençler işsizliğin pençesinden nasıl kurtulacaklarının kaosunu yaşıyor. En acısı da, çok büyük bir kısmı çalışma izinli olan inşaat işçileri acaba “sağ kalabilecek miyim” diye kaos yaşıyor. Evet, her ülkede belirsizlik ve kaos var ama bizim rejimin en temel besin kaynağı zaten kaos. Rejimin kendisi kaos üzerine kurulmuş.
Kuzey Kıbrıs ahalisi olarak her birimiz biraz Hugo’nun biraz da Camus’nun idam mahkûmu gibiyiz. Hugo’nun idam mahkûmu gibiyiz çünkü bu rejimde sosyal adalet ve fırsat eşitliği gibi değerlerin olmaması hepimizi bir ölçüde “suçlu”, bir ölçüde de “mağdur” yaptı. Öte yandan, hepimiz Camus’nün Mersault’su gibiyiz çünkü içerisinde yaşadığımız hayatı anlamsız ve boş bulma eğilimlerimiz giderek artıyor. Bunu anlatırken Prof. Dr. Vamık Volkan gibi son derece derinlemesine bilimsel analizler yapanlar olduğu gibi, Mehmet Ali Erbil’in Kıbrıslıların günlük yaşantısını “Napan, napayım, napacan” diye üç kelimeyle özetlemesi de pek çoğumuz tarafından son derece isabetli bulunmuştu. Ayrıca, son 5-10 yıldaki hükümetlerde görev alan iktidar sahipleri, neredeyse bu kaosu “normal” kabul etmemizi istercesine ve halka “hangimiz gelirsek gelelim bu kaosa mahkûmsunuz” dercesine, hem muhalefette hem iktidarda oldukları dönemlerde koro halinde “kaos var” deyip duruyorlar. Şu an itibariyle anlamsızlığı ve belirsizliği içselleştirmemiz bizleri daha edilgen, daha umursamaz, daha yılgın, daha yönetilebilir ve hem birbirimize hem de ülkemize daha “yabancı” yapacaktır. Dolayısıyla, moderniteyi yaşamadan ve deneyimlemeden absürdizme ya da post-moderniteye teslim olmayı seçmemeliyiz.