“Hüzün adası İmroz ve Kıbrıs Bağlantısı”(2)
Mete Hatay
Kısa bir araştırmayla adadaki kamulaştırmaların bununla sınırlı kalmadığını görebiliriz. Birçok Rum’un adadan göç etmesini fırsat bilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1965’ten sonra Devlet Üreme Çiftliği, Askeri Kamplar, Tabur Sahaları kurmak gibi amaçlar için büyük kamulaştırmalara gitmişti. Aynı tarihlerde adaya Anadolu’nun muhtelif yerlerinden, ve özellikle heyelan ve baraj bölgelerinden birçok aile taşınmaya başlanır (aynen 1975 yılında Kıbrıs’ta yapıldığı gibi). Nüfus bilgilerine baktığımızda Devlet’in nasıl bir demografik mühendislik işine girdiğini görebiliriz: 1960'da adada 5487 Rum ve 289 Türk yaşıyordu. Yukarıda sıralamaya çalıştığım yaptırımlardan ve taşınan Türk nüfusundan sonra 1970 yılına gelindiğinde İmroz'da yaşayan Rumların sayısının 2576 kişiye indiğini, Türk nüfusunun ise 4020 kişiye çıktığını görürüz. Böylece Rumlar ilk defa adada azınlık durumuna düşmüşlerdir (“17 Ekim 1922: İmroz Adası Türk kuvvetleri tarafından ‘kurtarıldı’”, Marksist.org).
Bu arada Nüfus mühendisliği yanında Türk milliyetçiliği, mevcut toponimiyi (yer isimleri) de dönüştürmeyi ihmal etmemişti. Örneğin 29 Temmuz 1970 tarihinde yayınlanan bir kararname ile İmroz adı "Gökçeada" olarak değiştirilecekti. Bununla kalmayan dönemin idarecileri, tüm yer isimlerini de kısa bir sürede Türkleştireceklerdi. Adadaki tüm Rumca köy ve yer isimleri kayıtlardan silinip yerine Türkçe isimler konulmuştur. Bu tip mekânsal düzenlemeler sanki 1975 yılında Kıbrıs’ta yapılacak olanların tatbikatı niteliğindeydi. Bu tür yer isimlerinin dönüştürülmesi mekânsal bellek açısından büyük bir önem taşır. Bu tip uygulamalarla, egemenler, eski isimlerin zamanla unutturulmasını sağlayarak, belli grupların o mekanla olan aidiyet ilişkisinin kopmasını amaçlamaktadırlar.
1974 yılında gerçekleşen Türkiye'nin Kıbrıs harekatı ise İmroz Rumlarının adada tutunma çabalarına vurulacak son darbeyi barındırıyordu. Ada bir süre için, istisnai hal gerekçesiyle tümden askeri bir bölgeye dönüştürülecekti. Bu dönemde Adaya birçok askeri birlik konuşlandırılmıştı. Ayrıca “tehlikeli” “düşman” unsur veya potansiyel “casus” olarak görülen adanın bazı Rum ileri gelenleri tutuklanarak adadan uzaklaştırılmışlardı. “Meçhul” bazı kişiler ise bu dönemde, adanın merkez kilisesini yakmış ve ayrıca birçok gayrimüslim mezarlığı tahrip etmişti.
Tüm bu olaylardan sonra, 1985 yılına geldiğimizde İmroz'daki Rum nüfusun 472 kişiye düştüğünü görürüz. Türk nüfus ise 7,000 sayısını çoktan aşmıştı. 1990'da ise Rumların sayısının daha da azalarak 300'e indiğini görürüz (a.g.e).
Bugün, yeni adıyla, Gökçeada’da sadece 200 Rum yaşamaktadır. 2008 yılında AKPM, İsviçreli Parlamenter Andreas Gross’un raportörlüğünde “Gökçeada ve Bozcada” başlıklı bir raporu kabul etmiştir. Bu raporun kamuoyuna açıklanmasından sonra, adanın kaderi biraz daha değişik boyutlarıyla tartışılmaya başlanmış ve son olarak 2013 yılında adanın Rum ilkokulunun yeniden açılmasına kadar gidecek ve adada yaşayan Rumların haklarına ilişkin bir yol haritası çıkarılmasına neden olacaktı.
Araştırmacı yazar, Göktürk Öcal İmroz Rumlarıyla ilgili yazısını şu önemli soruyla bitirmişti: “Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde Kıbrıs krizinden önce de sonra da “mütekabiliyet” hep masada tutulan, her iki ülkenin azınlıklara yaklaşımında öne sürdüğü bir kart olagelmiştir. Acaba İmroz Rumları için de bu durum geçerli midir?” Yazar kendi sorusunu kendisi cevaplıyor ve adanın yakın tarihinin İstanbul Rumları ve Trakya Türkleri gibi aynı dertten mustarip olduğunu iddia ediyor. Yazar ayrıca şöyle bir çağrıda da bulunuyor (Göktürk Öcal, “İmroz’un Rüzgarı ne Fısıldıyor?” www.bianet.org):
“Umarım yakın gelecekte Türk ve Yunan hükümetleri, mütekabiliyet çerçevesinde hak anlayışından, hukuk devletinin gereği olan hak anlayışına kesin olarak geçerler. Halkların, geçmişleriyle yüzleşip geleceğe dönük barış sürecini inşa etmesi ve azınlıkların içe kapanıklığı kırması ne kadar gerekliyse devletlerin hukuki ve siyasi altyapılar oluşturarak halkların sağduyusundan geri kalmaması da o kadar gerekli.”
Doğru söze ne demeli? İnsan hakları prensipleri, maalesef bölgede hep rehine tutulan diğer azınlıkların haklarıyla ilişkilendirilerek, büyük zarar gördü. Devletler hiç bir zaman İnsan Hakları hukukunun gereği olarak meselelere bakmamışlar ve hep mütekabiliyet prensibi bağlamında haklara saygı göstermenin yanında mütekabiliyeti bazen bir şantaj, bazen tehdit, bazen ise karşı tarafı cezalandırmak için kullanmışlardır.
Büyük devletlerin insafına kalmış bu rehine topluluklar hiç bir anlamda parçası olmadıkları bazı sorunların mağdurları olmaktan kurtulamamışlardır. Bu bazen göçe zorlanarak, bazen horlanarak yaşanmış, bazen ise etnik temizlik içeren saldırılara maruz kalarak yaşanmış ve hala daha yaşanmaktadır.
(GAZETE360.com – Mete HATAY – 7.3.2014)