Derya Beyatlı

Derya Beyatlı

I LoWe You

A+A-

 

Severim de, döverim de,
Sevmek sahiplenmektir,
Aşk çaresizdir,
Seven kıskanır,
Çok seven çok cezalandırır…

Her dilde rastlamak mümkün sevgi ile acının dansına. Bazen aşktan acı çekmek makbul, bazen de çok sevdiğini acıtmak. Hatta eşi kıskanmadı diye beni hiç sevmiyor bunalımına giren insanlar tanıyorum. Öylesine kanıksamışız ki bu ‘sevmek’ tarzını, ya benimsin ya kara toprağın naralarını « vay be çok sevdi çocuk, yazık  » tepkisi ile gülümseyerek karşılayabiliyoruz, bu nasıl hastalıklı bir sevgidir, bu sevgi midir ? diye düşünmeden hiç.

Ahmet Altan ‘Ve Kırar Göğsüne Bastırırken’ yazısında çok güzel anlatır bu ikilemi, kalbinin üstüne bastırarak onu öldürdü şeklinde. Ne kadar masumca, herşey çok sevdiğimden oldu, aslında suçsuzum hakimim.

Ölümle sevginin ayni cümle içerisinde geçmesini hiç aklım almadı bir evvelden. Seni o kadar çok seviyorum ki kıskançlığımdan öldürebilirim de, senin için ölürüm de ayni derece mantıksız benim için. Sevdiğin için birşeylerden vazgeçmek asil olabilir ama, ben ölmüş adamı ne yapayım ? Ya da ben öldükten sonra beni sevip sevmemesi ne işime yarayacak  ki ?

Anlamıyorum ben sevdiğimin canını nasıl yakabilirim, ya da onun acı çekmesine nasıl katlanabilirim, gerçekten seviyorsam eğer? 

Kalabalıklar içinden bir kişi seçiyoruz kendimize, o tek bir kişi dünyamız, tek gerçeğimiz haline geliveriyor birden, sonra onu da kendi dünyasından koparıp tek gerçeğinin biz olmasını sağlamak istiyoruz. Ben seninim diyoruz hemen ardından ekleyerek, sen de benim. Bu cümleye yok kardeşim istemiyorum sen sende kal, ben bende diyebilen, iki kişinin tutsaklığına değil de gönüllü birlikteliğine dayanan ilişkilere inanan tanıdıklarım tek tük benim.

Sevgi adına hem kendimiz hem ‘sevdiğimiz’ için yarattığımız hapishaneler ile dolu ortalık. Hep de çok sevdiğimizden gözümüz dönüyor ama, hep onsuz yaşayamayacağımızdan hem onu hem kendimizi hırpalıyoruz. Saçımızı süpürge ederek bir türlü mutlu edemediğimiz eşimizi, onları korumak adına yurtdışına eğitime göndermediğimiz kızımızı, dini, dili, rengi farklı diye sevdiği kadından ayırttığımız oğlumuzu bu kadar çok seviyoruz da onların istekleri neden öncelik listemizde son sıraya denk geliyor ? Herşey onların iyiliği için de, bu iyiliğe karar vermeden önce esasta ne istediklerini hiç soruyor muyuz bile? Güvenli evlerinde aynı renk eşleri ile ne kadar mutlu oluyorlar acaba biliyor muyuz, ya da umursuyor muyuz hiç ?  Onlar ne kadar anlıyorlar acaba, bu kendileri için, kendilerine rağmen yapılan, kendi hayatlarına dair seçimleri ? Niye kabulleniyorlar peki ? Onlar da kendi kendilerini çok sevdiklerinden mi cezalandırıyorlar, ya da bir çeşit Stockholm sendromu mu bu, bizi çok sevenin zulmüne  göğüs germek ? Çaresizlik olmasın sakın bunun ismi, korku, cesaretsizlik belki, ya da örf, adet, saygı…

Sevdiğimiz insana bunları yaşatmayı neden reva görüyoruz diye sorsam tabii ki onun iyiliği için cevabını alacağım. O bunu bilmese, aklı ermese de aslında herşey onun iyiliği için, çünkü mutlu olmak için acı lazım.

Bu yazı hayvanlar üstüne olacaktı aslında, geçenlerde Kıbrıs’ı ziyaret eden bir dostun kafa karışıklığından yola çıkarak kaleme alınan. Hayvanlara davranışlarımızı da görüşlerimiz, inançlarımız, tavırlarımız şekillendiriyor ama. Onları da çok seviyoruz ve kendi iyilikleri için kafesliyoruz. Başlarına birşey gelmesin diye, biri zehirlemesin, çalmasın dört teker altında kalmasın diye bir kaç metrekarelik yuvalarında tüm günü geçirmek zorunda kalıyor canımız köpeklerimiz. Kedilerimiz evde kapalı, şimdi sokak kedileri vardır dışarda kızıma birşey yaparlar, vallahi salmam, başına bir iş gelmesin, o benim için çok değerli diye diye. Düşünsenize tuvalete gidiş saatlerine bile biz karar veriyoruz ve bunun adına sevgi diyoruz.

Bizim dostluğumuz yeter onlara, ağaç, orman, başka hayvan görmeseler de olur, çiftleşmeleri dahi bizim seçtiğimiz asil hayvanlarla olsun, hatta aslında olmasın bile, öyle daha iyi. Farkında bile değiliz sevgimizin minik dostlarımıza ne kadar pahalıya patladığından. Onlar karşılıksız seviyorlar ama, biz onlara ne yapsak ne etsek de dizimizin dibinden ayrılmıyorlar, bizi görünce havalara sıçrıyorlar. Keşke birazcık öğrensek hayvanlardan karşılıksız sevmeyi…  

Kiria, Fransa’dan ziyaretime gelen dostum Kıbrıs’ı çiçekleri, berrak denizi ve kafesteki köpekleri ile hatırlıyor. Utanıyorum dememe gerek var mı ? Yan komşumun kafese tıktığı bütün gece ağlayan yavru köpek yüzünden uykusuz geçirdiği ikinci gecenin sabahında sorguluyor beni ;

‘Siz niye köpekleri sevmiyorsunuz?’

Yoo diyorum, biz çok severiz köpekleri, eee seviyorsanız niye kafesteler anlamıyorum diyor. Hade bakalım, buyurun burdan yakın. O kadar çok seviyoruz ki hapsediyoruz diyemiyorum, anlatamıyorum ben bunu. Hiç çabalamıyorum bile, onun yerine kendime kızıyorum niye artık bunu görmezden geliyorsun, niye kanıksadın diye.

Merak ediyorum sonra, bu sevgi şeklinin aslında kendi bencilliğimizi yansıttığını, sevdiğimizi kaybetmek korkusundan boynuna prangalar astığımızı görebiliyor muyuz diye.  Yoksa bu kadar mı koptuk benliğimizden, yarattığımız yalanlara umutsuzca tutunma çabasında ?

Sevdiğini korumaya çalışmayı anlıyorum elbet, ya onun başına birşey gelirse diye uykusuz geçirdiğim geceler de çok. Yine de herkesin kendi hayatını yaşama hakkı, kendi hatalarını yapma şansı olsun istiyorum. Özgürlüğünden kopmadan kendini korumayı öğrenerek büyümesini diliyorum çocuklarımızın, hayvanlar kendi dünyalarında özgürce var olsunlar, çiçekler dalında güzel olsunlar istiyorum.

Bir de her sözlüğe sevmek özgür kılmaktır diye bir deyim girsin ve bütün esaret duvarlarını anlatan söylemleri bertaraf etsin.

Çok mu şey istedim şimdi ben ?   

Bu makale Zoom Dergisi Temmuz 2012 sayısında yayınlanmıştır.

Bu yazı toplam 2635 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar