İçimizdeki ‘şeytan’ ve suçlu kim?
Cezaevi’ndeki bir mahkûm öğüt veriyor:
“Bak insan kaçakçılığını öğren, esas para o işte var!”
Tavuri yani şeytan lakabıyla meşhur Mustafa Serttaş bir başka alanda çalışıyor, bu öğüdü çok da anlamıyor.
“İçişleri Bakanı” olarak tanıtıyor kendini…
İhtilaflı bir arsaya tapu vereceği vaadiyle yüz bin liranın üzerinde rüşvetini hem de “Cumhurbaşkanlığı” önündeki çöp konteynerinden teslim alıyor.
Psikoloğu soruyor, “İnsanları kandırmaktan hiç mi rahatsız olmuyorsun.”
“Yok” diyor, “Ben zaten kandırmak için arıyorum, onlar da kanmasınlar…”
***
Adanın kuzeyinde kurulu düzeni anlamak için harika bir belgesel, çarpıcı bir ayna, ürpertici bir hakikatle yüzleşiyoruz.
74 çöplüğü bu…
***
Ülkede hem suç hem de suçlu profili sürekli değişirken ve artarken, Kıbrıslı usta yönetmen Derviş Zaim’in “Tavuri” belgeselini izledik hafta sonu…
8 yıldan fazla bir emek var ortada…
Tam bir “yüzleşme” filmi ortaya çıkarmış yine Zaim…
İp üzerinde yürümüş adeta…
Bir hırsıza güzelleme yapmadan ve suçu yüceltmeden, bir toplumu kendi karanlığıyla baş başa bırakmış, yaşadığımız çürümeye sinemadan ayna tutmuş, kötülüğün içindeki iyiliği arayan felsefi bir denemeye imza atmış.
“Yönetmenin de içinde olduğu katılımcı bir belgesel” diyor Zaim…
İşin içinde yönetmenin kendisi değil ada yarısında kurulan düzen var aslında…
***
Bir sahnede yönetmen Zaim, “Suç ve Ceza” romanını hediye ediyor Tavuri’ye, “Bir haftada okurum ben bunu” diyor… “Romanı okuduğunu sanmam, sonrasında bir hakime armağan ettiğini öğrendim” sözleriyle anlatıyor durumu Zaim…
Sık sık isyan ediyor Tavuri: “Devletin bana borcu var, hayatımdan 40 sene çaldı.”
Cezaevine giriş çıkışları, demir parmaklıklar ardında yaşadıkları, çocukluktan bugüne yüzleştiği dramı, en mahrem anları ve anlatıları soğukkanlı bir kurguyla bilincimize yerleşiyor.
Tavuri’nin bu ülkenin en büyük hırsızı olmadığından eminim!
Ama en fazla hapis yatan o!
En popüler…
Cezaevi’nden yeni çıktığı bir gün oturmuştuk karşılıklı…
Kolundaki “sahte” saati “emanet” bırakmak için para istemişti.
“En azından bize yapma” demiştik o gün, öfkelenmişti.
“74 sonrası ganimete çıkardık, sağır Pembe ve hapçıyla” dediği çocukluktan bugüne yaşadığımız coğrafyada o kadar çok “çalınan” hayat var ki… Çalanlar da var bir o kadar… O çalıntı hayatlar üzerinden semirenler de…
En tehlikeli duygulardan biridir sanırım kanıksamak ve kabullenmek…
Yaşadığımız bu!
***
Yönetmen Derviş Zaim çocukluğundan tanıdığı bir arkadaşıyla duygusal bir yolculuk yaptı, belgesel boyunca bu yoğunluğu da hissettik. En önemlisi savaş sonrası Kıbrıs'ında, Kıbrıslı Türklerin yaşadığı yozlaşmaya derinden tanıklık ettik. Kendimizi nasıl yok ettiğimizi gördük... O keskin 'ganimet' zehrinin nasıl içimize işleyen bir kültüre dönüştüğünü...
***
Belgesel filmde rol alanlar – hatta izleyenler arasında – dolandırılan aileler de vardı, pişmanlığını dile getiren baba da…
İyi bir takım işi çıktı ortaya, dokunaklı, etkileyici ve düşündürücü…
Tüm ekibin Kıbrıs’tan olması ayrıca önemli, kolektif bir başarı…
***
Yine yüzleştik…
Elbette son derece önemli yüzleşmek, sorgulamak ve düşünmek…
Yetmiyor…
Değişmek, değiştirmek ve dönüşmek de gerekiyor.
Yüzleşiyor ama maskelerinizi indirmiyorsanız, o durumda sorun keskinleşiyor.
Tavuri’nin kırk yıla yakın yaşadığı hücre yalnızlığına devriliyor hayat…
“Kötücül ama mağdur bir yaşam öyküsü”
"Şeytana takla attıran şeytan" başlığını kullanmış Müjde Işıl, Milliyet Sanat'ta, "Tavuri" filmi üzerine yaptığı eleştiriye... Okumayanlar için bir alıntı yapmak istedim.
“Derviş Zaim anlatısını iki temel üzerine kuruyor. Tematik olarak bu dolandırıcının vicdanıyla yüzleşecek kadar içinde iyilik barındırıp barındırmadığını araştırıyor. Açıkçası, dönüşüme ve iyiliğin galip gelme klişesine alışkın seyirci için ters köşe bir karakter var karşımızda. Kötücül, karanlık anti-kahraman mitini gerçek bir karakterde, yani ‘organik’ şekilde sinemasına katıyor yönetmen. Bir yanda hasta bir aileyi dolandıran, bir yanda Zaim’in annesinin cenazesine katılan, bir yanda kızıyla iletişim kurmaya çabalayan, bir yanda kendi ailesinden kaçan bir karakter. Anlattıklarının doğruluğuna da inanamıyorsunuz. Mesela babası ile ilgili anlattıkları ile babasının anlattıkları birbirine ters. Kendine etik değerlerin olmadığı, kötücül ama mağdur bir yaşam öyküsü yani senaryo yazıyor aslında Tavuri. Seyircinin özdeşlik kuramayacağı, merhamet duyamayacağı ama bir yandan da ilgiyle nereye varacağını merak ettiği bir karakterin macerası bu belgesel…”
Beklenen oldu!
Orta eğitim sendikası “öğleden sonra okula gitmeyeceklerini” açıkladı.
Bunun gerekçesi olarak tüm “kötücül” unsurlar sıralandı.
Onca eksik, aksak, ihmal, gericilik ve iş bilmezlik gerçek olsa dahi Eğitim Bakanlığı kadar sendika da “güvensizlikten” payını alıyor.
Kimse için “sürpriz” yok ortada…
Hangi veliyle konuşsak önceden bu tahmini yürütüyordu zaten…
Hem bakanlığa dair, hem sendikaya…
***
Kamu okullarına muhtaç çocuklar öğleden sonraları elbette sokakta kalmayacak. Bir yanda etüt merkezleri ve dershaneler, beri yanda dergâhlar ve aşiretler paylaşacak bu çocukları…
Bu kaosun sorumlusu Eğitim Bakanlığı olsa ne olmasa ne?!
Mağdur ortada!