İçimizdeki ülke ne âlemde?
Büyük umutlarla başlayan 4’lü koalisyonun bozulması sonrasında, hükümeti kurma görevi UBP genel başkanı Ersin Tatar’a verildi. Herkesin bildiği bir gerçek var ki; oluşturulması beklenen bakanlar kuruluna yönelik tartışmalar yeni başlamadı. Uzun bir zamandır, çeşitli kesimlerce dile getirilen çözülme, Türkiye Cumhuriyeti’nin son dokunuşu ile taçlandırıldı. İktidar partilerinin uyum içinde yürüttüklerini iddia ettikleri (hatta krizden günler önce bile sağlamlığı savunulan) yapı, kumdan bir kale gibi yıkılıverdi.
Hükümet kadrolarını bir yana bırakırsak, kimi partili yöneticiler, daha dün yağlı ballı börek kıvamında iken, birbirlerini bir kaşık suda bulsalar boğacak noktaya geldiler. Ani ve seri biçimde, HP’ye yönelik etik ve samimiyet sorgulamaları başladı. Bu denli zıt kutuplarda duygu geçişlerinin yaşanmasını hayretle izliyorum. Çünkü en azından zihnini, tüm bu karmaşanın dışında tutmaya çalışan biri olarak, sürecin benim için olağan akışında seyrettiğini söyleyebilirim. Naçizane önerim, amiyane tabirle hükümetten atılmış olmanın hüznünü ve kırılganlığını bir tarafa bırakıp, serin bir akılla durum değerlendirmesi yapılmasıdır. Aksi takdirde hayal dünyasından çıkamayacak, tüm olanlara rağmen zevahiri kurtarmaya çalışarak daha da karanlığa hapsolacağız.
Geçen haftaki yazımda da söylemiştim. Bu ülkede iktidara sahip bir hükümet olmak, çözümsüzlük devam ettiği sürece pek mümkün değil. Zaman zaman gelişen toplumsal tepkiler sonucunda ufak çaplı ileri adımlar atılabilse de, KKTC dediğimiz yapıyı kendi irademizle “temizlememizin” önünde dev gibi bir bağımlılık ve alt yönetim olma gerçekliği vardır. Bunu aşamadığımız sürece, hükümet pazarlıklarının yapıldığı pek çok iftar sofrası kurulacaktır. Hatta hemen hemen hiçbirinden haberimiz dahi olmayacaktır.
Tüm bu bilindik bilinmezlikler ve hükümetçik kurma çalışmaları devam ederken, Türkiye’deki alternatif medya kanallarına daldım. Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP faşizminin, basın özgürlüğünü tek sesli iktidarın sesi ile boğması sonucunda, muhalif gazeteciler, aydınlar, akademisyenler farklı mecralarda seslerini duyurmaya devam ediyorlar. Mesela Deutsche Welle(DW), Almanya kaynaklı bir yayın organı olarak DW Türkçe adı altında önemli işler yapıyor. Donanımlı, eğitimli ve eleştirel gazetecilerin birçoğu seslerini boğan iktidara karşı bu ve bunun gibi kuruluşlar sayesinde fikirlerini dünya ile paylaşabiliyorlar. İşte bu programlardan birinde, aleyhindeki davalar henüz neticelenmemiş ve şimdilerde Almanya’da yaşayan yazar Aslı Erdoğan ile yapılan bir röportaj gözüme ilişti.
Erdoğan, Türkiye’de demokrasinin d’si yok diyerek başlıyor anlatmaya. Gerek ses tonunda gerekse sarf ettiği her cümlede, hüzne karışmış bir isyan var. Aynı hisleri 1980 askeri darbesinin ardından ülkeden ayrılan demokratların anılarını okurken, dinlerken de fark edebilmiştim. O kadar geçmişe gitmeye gerek yok aslında. Pınar Selek’in yıllardır süren, defalarca beraat kararı verilen ve henüz nihayete kavuşamayan dava sürecinde de benzerleri yaşanıyor. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti iktidarlarının, her dönemde muhalifleri susturmak için kullandığı araçlar benzer nitelik taşıyor. Farklı dönemlerde, iktidara alternatif olabilecek insanlar ya kendi içlerinde ya da ülkelerinin fersah fersah uzağında sürgüne mahkûm ediliyorlar. Erdoğan’a “Sürgünde olmak insanı ülkesine küstürüyor mu, yoksa daha mı bağlıyor?” diye soruluyor. O da üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek bir şekilde yanıtlıyor. Diyor ki: “Bence ikisi de yan yana. Andan ana değişiyor. Bende dış cephede bir kırgınlık ama daha derinlere daldıkça daha bir bağlılık var. İnsan kendi içinde kendi ülkesini bulmak zorunda kalıyor sürgündeyken. Bu da çok derin ve kopmaz bir bağ. İnsan savrulmamak için bunu yaratmak zorunda. Ama zor ve insanı büyüten bir süreç.”
Cümleyi tamamlar tamamlamaz videoyu durduruyorum. O kadar ağır bir yük taşıyor ki söyledikleri, sindirmek için üzerine düşünmem gerekiyor. Beynimde bir kalıp hâline gelip yankılanan kısmı unutmam mümkün değil: “İnsan kendi içinde kendi ülkesini bulmak zorunda kalıyor”. İşte bizimki de o hesap. KKTC’nin temizleneceğini iddia eden ve her attığı hükümet adımında farklı farklı gerekçeler ile oyun dışında kalan sol ve demokrat güçlerin büyük bir kısmı, tasvir edilen duyguları yaşamamıza zemin yaratıyor.
“Bu memleket bizim” diyoruz, hatta sokaklarda da bunu haykırıyoruz. Ama eve döndüğümüzde, Kıbrıs’ı bulabilmek için içimizde derinlere dalmamız gerekiyor. Tüm söylediklerime karşılık olarak; “hayalperestsin, ülke gerçeklerinden uzaksın, sırça köşkte oturup laf kalabalığı yapıyorsun, iktidarı UBP’ye kaptırınca çok mu iyi olacak” vb gibi ardı arkası kesilmeyen cümleleri duyar gibiyim. O noktada, HP’nin sadece bir sene önce “UBP ile kahve bile içmem” deyip, bugünlerde kahve komasına girdiği hususu hatırlatırım. İşte gerçeklik dediğiniz budur. Hayal ise, KKTC devam ettiği sürece Kıbrıslı Türklerin iradeleri ile bu devleti yönetebilecekleridir. Siz bunları düşünedurun, ben yine çıkıntılık yapıp kurgulanan sürecin dışında bir yerlerde, alternatif yapılar kurabilmek umudu ile 26 Mayıs’ta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy vereceğim. Çünkü dillerde pelesenk olmuş “bu memleket bizim” sloganına, bu sayede gerçek bir katkı koyabileceğimi düşünüyorum. Son zamanlarda Kıbrıslı Türklerin oy kullanmak için daha yoğun bir şekilde örgütlenmelerini de buna bağlıyorum. Sanırım bu günlerde “içimizdeki ülkeyi” bulabilmek için başka bir çare yok. Ya sürgünde olacağız ya da sahne dışında mücadelemizi yükselteceğiz. Aksi takdirde piyon olmaktan öteye gidemeyiz. Esas aktör kim mi? Tabi ki UBP veya HP değil. Onlar ve YDP gibi demokrasi düşmanı partiler sadece direktiflere uyuyorlar. Büyük patron, ülkesindeki diktatörlüğü buraya da yerleştirmek için parmağını sallayarak her geçen gün memlekete daha da yerleşiyor.