1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İki Renge Bir Nefes
İki Renge Bir Nefes

İki Renge Bir Nefes

İki Renge Bir Nefes

A+A-

 

Aliye Özsoylu
[email protected]

Sarının yanına kırmızı yakıştıran da var; sarının yanında lacivertin hoş görüneceğini düşünen de. Renklerin yan yana duruşu, beraber dururken oluşturduğu ahenk insanı cezbeden bir görüntüdür. Hangisinin uyumunu beğenirseniz onu tercih edersiniz. Anne karnındayken bile babanız, âşık olduğu renklere siz de âşık olun diye inanılmaz bir performans gösterir. Hayata gözünü açınca bebek; babanın sarf ettiği enerjiyi ödüllendirenler de olur, babayı hayal kırıklığına uğratanlar da. Ama her çocuk; sarının yanına ne koyacağına kendi karar verir. Tarifsiz bir aşk ve sebepsiz bir bağ oluşur çocuk ile renkler arasında. Bir gün gelir büyür çocuk ve renklerin içinde bir ölüme tanık olur. Ölenden ne kadar uzakta olsa da, ondan farklı bir rengi yakıştırsa da sarının yanına tüyleri ürperir hayata veda edişinden, veda ediş sebebinden ve veda ediş şeklinden. Birileri tarafından vedaya zorlanır, hele o birilerinin kendi renginden olduğunu öğrendiği zaman daha çok ağlar öldürülene ve daha çok kızar katiline. O zaman tek bir soru sorar kendi kendine: Renkler ne zaman öldürmeye başladı kendinden farklı olanı ya da ne zaman sıradanlaştı renklerden ötürü insanın verdiği son nefes? Daha birkaç gün önce bir sarı-lacivertin ayrılığına tanık olduk. Sarı kırmızılılar da gördü; sarı lacivertliler de. Renklerin uyumu bozuldu bozulalı, biri diğerinin rengi üzerinde hak iddia etmeye başladı başlayalı görüyoruz bunları ve ne yazık ki görmeye de devam edeceğiz. Korkuyorum söylemekten sarının yanına neyi koyduğumu ve âşık olmaktan çekiniyorum artık sarı ile kırmızıya. Çünkü Burak Yıldırım bir yerlerden kulağıma fısıldar diyorum; “Ben sarı laciverte âşık olduğum için öldürüldüm, pisipisine…” diye.
Futbol; spor olmanın yanı sıra içi doldurulmuş görselliktir. Statlar bu görselliğe izin veren yapılardır ve dışarısı da, yani günlük hayatın yaşanıldığı mekânlar da bu görselliğin tadını çıkarmak için vardırlar. Tatlı-sert atışmalar mekânlarda yapılır, sloganlar statlarda atılır ve marşlar her ikisinde de söylenir. Renklere âşık olunur, o renklerin taraftarı olunur ve taraf seçiminin hemen ardından da bilinçli olmak gerekliliktir. Bir futbol takımını sevmekle ona tapmak arasında çok ince bir çizgi vardır. Bu çizgiyi oluşturan özellik; “bilinçli” olmak ile “bilinçsiz” olmak arasında oluşan süreçtir. Sevmeyi bilmemenin, “bilinçsizliği” abartmanın ve tapmanın son noktası olan tapınmanın rahatsız edici kanıtıdır Galatasaray-Fenerbahçe derbileri. Karşılıklı atışmalar statlara taşınır, atışmalar statlarda sloganlara dönüşür ve en sonunda sokaklarda, marşların söylenmesi gereken yerde, kavga dövüş izlenir. Vurdulu-kırdılı film izler gibi izleriz bu görüntüleri ya da bu görüntüler savaş alanı edasıyla yer alır ekranlarımızda. Ezberledikleri marşlar uğruna döktükleri kanlar olur ve her iki tarafta da “en iyi” olmanın verdiği hırsla kendi renginden olmayanı yok etme dürtüsü vardır. Yansıttıkları görüntüler; en az Shindler’in Listesi filminde kült olan “kırmızı” paltolu kız görüntüsü kadar etkili olur. Etkilerler bizi; zaten amaçları da budur. Hem de siyah beyaz bir filmde kanı “kırmızı” gösterdikleri gibi değil; açık açık ve rengârenk gösterirler. Çünkü kötü etki hiçbir zaman kaybolmaz. Bir süre sonra unutturmaya çalışırlar ama bazılarımızın hafızası kötü görüntüleri unutulmayacak şekilde kaydeder. O yüzden her derbide yine en başa döneriz. Her kavganın sonunda sorumluluk alınır, cezalar verilir ve bir dahakine aynı senaryo yine yazılır. Her açıklamada; “iğrenç, katliam, futbolda olmaması gereken şeyler, kınıyoruz, özür diliyoruz” gibi ifadeler kullanılır ve bir dahakine bu söylemler ezberlenmiş şekilde tekrarlanır. Birçoğumuz affedici buluruz her seferinde; “özür dilediler işte, istemeden olmuş demek ki” diye düşünürüz. Hâlbuki bir şeyin yapılmasına izin vermezseniz özür dilemenize de gerek kalmaz. En azından tekrarlanmasına müsaade etmezseniz Burak Yıldırım ve daha birçoğu öldürülmez. 
Fanatizm; öyle bir zihniyet taşır ki; taraflar birbirlerini parçalamak ister. Sevmeyi öğrenememiş olanlar; bu konuda eğitilmiş olmayı da sevdaya bağlı kalmamak olarak değerlendirirler. Gerçekten sevmeyi bilenleri futbol şöleninden mahrum bırakırlar. Korkularından statlara gelemezler, hayranı olduğu futbolcuyu ve sevgiyle, saygıyla bağlandığı takımı çıplak gözle izleyemezler. En acınası durum da; kendinden sonra gelen ve renkleri miras bırakacakları çocuklarını bilinçli bir taraftar olarak yetiştirme imkânı bulamazlar çünkü bunun için uygun ortam oluşturulmamıştır. Tüm bunlar bir gerçekken neden yalanlara inanmakta ısrar ederiz anlayamıyorum. Canavarları biz yaratıyoruz, ehlileştirmek bizim elimizdeyken neden içi boş söylemlerle geçiştiriyoruz olayları? “Futbol şehidi” tabirinden neden hoşlanıyoruz? Hiçbirimizin hayatı tercih ettiğimiz renklerden ibaret değildir ve hiçbirimizin renkleri değiştirmeye de hakkı yoktur. Kimse kral olmadığı gibi hiç kimse de bir başkasının celladı olamaz. Hiç kimsenin sonu hiçbir rengin elinde değildir. Bu yüzden yakın zamanda öldürülen Burak Yıldırım ne Fenerbahçe şehididir ne de Galatasaray’ın cesedi. Bunun suçlusu tek bir kişi değildir; o yüzden hiçbirimiz masum değiliz. Toplumu şekillendiren de, toplum da, yöneticiler de, renkleri temsil edenler de, yönetilenler de ve renklere ölü zihniyetle bağlı olanlar da Burak Yıldırım’ın ölümünden sorumludur. Sorumluluğu lafta kabul ettiğimiz sürece de “kan davası”nı midemizin kaldırmasına izin vereceğiz demektir.  
İnsanlar, sanki şırınganın içinde hapsedilmiş hazımsızlık ve tahammülsüzlük zehrini her gün vücutlarına zerk ediyorlar. Her gün dozunu biraz daha artırarak, bile bile beyinlerine işliyorlar. Kafalarının içini mikropla dolduruyorlar ve salgın bir hastalığa dönüştürmek için de sonsuz çaba gösteriyorlar. Üstüne üstlük feda ile hebayı da birbirine karıştırıyorlar. Her şeyi birbirinin aynı sanıyorlar ve yeri göğü aynı renge boyamak istiyorlar. Farklılıklar rekabeti yaratır ve her birinin tadı ayrıdır ama buna da itiraz ediyorlar. Birçok alanda olduğu gibi futbolda da “aynı olmak” ısrarı “farklı olanı” yok etmeye çalışır, yapar da, hepsini değilse bile birazını silmeyi başarır. Hâlbuki Galatasaray olmazsa Fenerbahçe yok olur tıpkı Burak olmazsa “insan olanın” nefessiz kalacağı gibi. Bazı ağızlar bazılarını yatıştırmak için “feda” deyip yumuşatmaya çalışır; bazı yürekler de bazı ağızları susturmak için “heba” deyip taş keserler. Bazen kendi kendime ağlıyorum çünkü düşünüyorum ve diyorum ki; bir insan başka bir insanı sırf başka bir takımı tutuyor diye nasıl öldürür? Daha fazla ağlıyorum sonra bir sebep bulup yakıştıramadığım için. Sırf sarı kırmızıyı tercih etmedi diye kendinde onu öldürme hakkı bulmuştur belki de diye hayıflanıyorum ve sonra nefret ediyorum bunların olmasına izin verenlerden. Ne gerek var diyorum, ne lüzumu var; aslında basit bir çözümü var bu karmaşıklığı düzeltmenin. Herkes her şeyi konuşmamalı, konuşacağıyla ilgili bilgi sahibi olmalı önce sonra akıl vermeli başkalarına ve herkes her işi yapmamalı, becerebildiği kadarına burnunu sokmalı. Herkes bildiği işi yapmalı; yapamazsa da evindeki koltuğa oturmalı. Bu bir insanlık ayıbı değildir; bu klişe cümleyi çoktan rafa kaldırmış olmamız gerekirdi. Bizim sorunumuz ne, biliyor musunuz? Bir türlü insan olamama ayıbı, zihniyetsizlik, bencillik, kendinden olmayanı bir türlü kabul edememenin öfkesi, sevmeyi bilememek ve bileni de kıskanma karaktersizliği, insan olmaya aç olmak ve insan olmanın nasıl olduğunu unutmak. Yani demem o ki; buna seyirci kalan bizler ve erkenden unutan bizler, tıpkı erkenden tüketip yenisini istememiz gibi, zavallıyız ve bu konuda ne kadar farklı düşünürsek düşünelim eninde sonunda yatağa yatıp kendimizle yalnız kaldığımız zaman ilk önce kendimizi düşünürüz; “iyi ki de onun yerinde değilim” deriz. Bizim başkasının iyiliğini düşünme süremiz 10 dakikadan fazla sürmez, o yüzden Burak “heba” oldu. 
Her insan yaptıkları iyi şeyler hatırına, maruz kaldıkları kötülükler adına hatırlanmak ister. Kimileri toplumsal ağırlıklarla akıllarda kalır kimileri de kişisel kahkahaları ve zekâlarının yarattığı güzelliklerle… Kalıcı olmak isteyenler; bu dünyaya izlerini etkileyici bir şekilde bırakırlar. Burak Yıldırım etkisi; bir kişinin sapkın davranışlara sahip olması nedeniyle işlenen bir cinayet olarak yansıtıldı ve öyle de algılandı. Bu kadar basit. Hâlbuki ben; görsel bir şölen olan futbolun içinde toplumsal bir çığlık olduğunu düşünüyorum. Hâlâ sağır olmaya devam eden kulaklardaki pası atmak için istemeden de olsa atılan bir çığlık. Biz başkalarını gömerken kendimizi yaşattığımızı düşünmeye devam ediyoruz. Öyle değil aslında; insanlar insanca yaşamayı öğrenemediği sürece çığlıkla biten her ölüm herkesin ölümü olacaktır. “Hasta Galatasaraylıyım ya da hasta Fenerbahçeliyim” diyoruz ya bazen; hiçbir zaman iyileşemeyeceğiz bu yüzden.

Bu haber toplam 1316 defa okunmuştur
Gaile 215. Sayısı

Gaile 215. Sayısı