1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan kurtarılan Josie’nin hikayesi...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan kurtarılan Josie’nin hikayesi...”

A+A-

Josie ya da Josiane, 21 Mart 1939’da, Belçika’nın başkenti Brüksel’de dünyaya gelmişti.

Josie, Belçika’da saklanan bir çocuk olarak İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan kurtulan bir çocuk. Şimdiki adı Josie Traum...

Annesi, ona kimin bakacağını ve nerede yaşayacağını bilmeksizin, evladını uzaklara gönderme yönünde acı verici bir karar aldığında, Josie henüz üç yaşında bir çocuktu.

Bir grup rahibe Josie’yi ve birkaç Yahudi çocuğu daha bazı Hristiyan yetimhanelerine yerleştirmek üzere almışlardı. Rahibeler, Alman yetkililerin Yahudi çocukları aradıklarını öğrenince, onları geceleyin gizlice yetimhanelerden kaçırdılar. Josie, Brüksel’de bir Hristiyan ailenin yanına verilmişti. Neredeyse hiçbir zaman evin dışına çıkmıyordu, böylece varlığı gizli tutulabiliyordu.

Josie Traum, Josiane Aizenberg olarak 21 Mart 1939’da Belçika’nın Brüksel kentinde dünyaya gelmişti. Annesi Fanny Aizenbert (Fayga Orenbuch), babası Jacques Aizenberg, geleneksel bir Yahudi aileydi.

Belçika’daki Royal House’da Jacques terzi olarak, Fanny ise desinatör olarak çalışmaktaydı.

Mayıs 1940’ta Almanlar Belçika’yı işgal etmeden önce, Josie’nin babası, kardeşiyle birlikte İngiltere’ye gitti çünkü kalırlarsa, Naziler tarafından tutuklanacaklardı büyük bir olasılık... Josie’nin babası ve amcası, Britanya ordusunun Polonya birliğine katılmıştı, Londra’da bir fabrikada, üniforma dikiyordu.

1942 ile 1945 yılları arasında Josie’nin annesi, Belçika Direniş Hareketi’ne katılmıştı faşizme karşı – kendi tavan arasında göçmenleri saklıyordu. Yeraltı hareketine aktif katılımı nedeniyle Fanny, üç yaşındaki kızı Josie’yi 1942’de Brüj’de bir manastıra gönderebildi. Fanny ile annesi ise aynı yıl Auschwitz’e gönderilecekti.

Josie, bu manastırda üç Yahudi çocuktan biriydi diğer çocuklar arasında, diğer çocuklar Yahudi değillerdi. Rahibeler çocuklara çok sert davranmaktaydı. Josie ve diğer çocuklar günlerini tesbih duası okuyarak ve iç avluda oynayarak geçirmekteydiler. Nazilerin bu manastırda bazı Yahudi çocukların saklandığından kuşkulanması üzerine Josie bir sene sonra gizlice buradan alınıp Brüksel’de genç bir kızları olan Hristiyan bir ailenin yanına yerleştirilecekti. Bu ailedeki baba, yeraltı direniş hareketinde çalışmaktaydı ve zaman zaman Naziler tarafından sorgulanmak üzere alınıp götürülüyordu. Josie’nin teyzeleri yani annesinin iki kızkardeşi de Belçika’da direniş örgütü tarafından gizlenmekteydiler.

sayfa-17-josie-annesi-ve-babasiyla-yeniden-bir-araya-geldiginde-1946da.jpg

Josie, annesi ve babasıyla yeniden bir araya geldiğinde, 1946'da...

1945-1949: Belçika faşizmden kurtulunca, Josie teyzelerinden biri tarafından, yeraltı direniş örgütündeki bağlantıları aracılığıyla bulunmuştu. Fanny yani Josie’nin annesi Auschwitz’ten kurtarıldıktan sonra hastaneye yatırılmıştı, ancak 1945’in sonlarına doğru Belçika’ya dönebilecek ve kızı Josie’ye kavuşabilecekti. Fanny’nin annesi, Auschwitz’e götürüldükten hemen sonra öldürülmüştü, Fanny’nin babası da sınırdışı edildikten sonra öldürülmüştü.

Josie’nin babası 1946 yılında Belçika’ya dönecekti – Londra’daki evi bombalandığı esnada ciddi biçimde yaralanmıştı. 1949 yılında aile ABD’ye giderek New Jersey eyaletine yerleştiler.

Josie annesine kavuştuktan sonra, geceleri ayrılmasınlar diye geceliklerini birbirine bağlıyordu... “Onu bir kez daha kaybetmekten çok korkuyordum” diye anlatıyor...

Josie liseden sonra bir yıllık bir inceleme programı çerçevesinde İsrail’e gitti. Orada gelecekteki eşi Alfred Traum’la tanıştı. O da Avusturya’dan soykırımdan sağ kurtulanlardandı... Şimdilerde Maryland’da yaşıyorlar, evlatlarının ve torunlarının yakınında...

Josie üniversiteyi bitirerek tacize uğramış çocuklarla çalışan bir sosyal hizmet görevlisi oldu. Emekli olduktan sonra da ABD Soykırım Anı Müzesi’nde eşi Freddi ile birlikte gönüllü olarak çalışmaya başladı...

https://www.ushmm.org/remember/holocaust-survivors/volunteers/josiane-traum?fbclid=IwAR0WYun6c58CemTRQFiT5TPDbUYLzHzPhxUPRttASsBFpYi41QL24REl2QY

(United States Holocaust Memorial Museum sayfasından özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...

“Çocukluğumun Rum Yetimhanesi...”

Selim Kastoryano

sayfa-16-b.png

Prens Adaları… Ama özellikle Heybeliada ve Büyükada. Çocukluğumun anıları bu iki adaya ait. Zihnimde bu adaların ayrı ayrı sembolleri vardı. Heybeliada iskelesinin yanındaki Deniz Harp Okulu ve tabii ki Heybeliada Ruhban Okulu. Harp Okulu’nun vapurla önünden geçerken o muhteşem yapıya çok imrenirdim. Babaannemler Heybeli’de otururdu ve bayramları ailecek onların yanında geçirirdik. Ruhban okulunun olduğu tepe ise evlerinin hemen karşısında kalırdı, ama ulaşılmazdı. Yıllar sonra bir konser vesilesiyle ruhban okuluna gitme şansını bulmuştum.

Benim için bir diğer ulaşılmaz yapı ise Büyükada’daydı. Bu yapı vapurdan göremeyeceğiniz bir yerde duran, çürümesine şahit olduğumuz, zamanında otel ve kumarhane olması için inşa edilmiş Rum Yetimhanesi’ydi. Avrupa’nın en büyük ahşap yapılarından biri olduğu söylenirdi ki yaşımız erdiğinde en büyüğü olduğunu öğrenmiştik. Küçük ve büyük tur yollarının üzerinde değildi. Adayı iyi tanıyanlar Lunapark’a daha kısa sürede yürümek için meşakkatli, yokuşlu bir yoldan, hemen Rum Yetimhanesi’nin yanından geçerek Lunapark’a varırlardı.

80’li yılların ikinci Yarısıydı… O zamanlar adalarda henüz elektrikli araçlar yoktu. Genciyle, yaşlısıyla, bir şekilde herkesin yürüyerek, bisiklet sürerek ya da faytonla işini gördüğü yıllardı… 15 yaşlarındaydım. O zamanlar Lido’nun yanında Golf Spor Tesisi vardı. İçinde bilardo ve masa tenisi masalarının olduğu, mini kaleli küçük bir futbol sahası ve gazinosu ile biz gençlerin bolca zaman geçirdiği bir mekandı. Sahil doldurulmamıştı, önünde deniz ve kayalıklar vardı. Biz gençler arasında her yaz futbol turnuvası düzenlenirdi. Takımlar 4 kişi ve 2 yedekten oluşurdu. Turnuva öncesi takımlar hazırlık maçı yaparlardı. Turnuvaya hazırlanan takımlar ya Anadolu Kulubü’nde, ya da Karadağ’ın tepesindeki büyük futbol sahasının karşısındaki ormanda, mini futbol sahasında hazırlanırdı maçlara. Maalesef uzun yıllardır o sahanın futbol kaleleri yerinde yok. Yanlış anlaşılmasın, bahsettigim saha Tepeköy’deki Koca Yusuf futbol sahası değil, onun biraz daha yukarısında sol taraftaki ormanlık alanın içinde kalan küçük toprak sahaydı bu bahsettiğim.

Bizim takım antrenman maçlarını yukarıdaki sahada yapardı. Top taca ya da auta çıktığında topa yetişmek için aşağılara doğru koşmak zorunda kalırdık. Sahanın hemen arkasında ise görkemli Rum Yetimhanesinin duvarları gözükürdü. Büyük ahşap bina ve hemen yanında da daha küçük “Perili Köşk” diye anlandırdığımız ikinci bina vardı.

Yine antrenman yaptığımız günlerin birisinde kızlı-erkekli Rum Yetimhanesine girmeye karar verdik. Ana kapıda bir bekçi vardı ve kimseyi içeri almıyordu.  Biz de yetimhaneyi çevreleyen duvarların arasında bir delik bulup araziye girmiştik. Sessizce yetimhanenin arkasından dolaşıp binanın yarı yıkık merdivenlerinden çıkıp içeriye girdik. Maalesef içerisi oldukça harap haldeydi, döşemeler çürümüştü ve çok dikkatli yürümek zorundaydık.

Yetimhanenin içerisinde zamanının en büyük kütüphanelerinden biri olduğundan, yerler kitap ve gazete sayfaları ile doluydu. Binayı hızlıca dolaştıktan sonra bir gece tekrar gelmeye karar verdik. O zamanlar gençtik, enerjiktik ve farklı heyecanlar arıyorduk, korkmuyorduk. Ada bugünkü kadar şehirleşmemiş, yabancılaşmamıştı.

Adamızda tek bir kırtasiye dükkanı vardı, Affan Kırtasiye. Zamanında raftaki ve kutudaki her ürünün üzerinde fiyat etiketi olan tek kırtasiye idi. Fener ve pil almak için önce oraya gittiğimizi hatırlıyorum.

Bu sefer yayan olarak yetimhaneye gitmeye karar verdik. 10 arkadaş, bisikletlerimizi Karadağ’da bırakıp, elimizde fenerler ile yürüyerek yetimhaneye vardık. Hepimiz çok heyecanlıydık, korkmuyor da değildik. Binayı az çok tanıyorduk, fakat çok sessiz hareket etmeye çalışıyorduk. Üst kata çıkınca birden arkamızda köpek havlaması duymaya başladık. Bekçi, fenerlerimizin ışıklarını farketmiş, köpeğini de alıp binaya gelmişti. Ne olduğunu anlayamadan hızlı bir şekilde binadan kaçtığımızı, girdiğimiz delikten hızlıca çıktığımızı hatırlıyorum, oldukça eğlenmiştik. O günden sonra ise yetimhaneyi sadece uzaktan seyrettik.

Dünyanın en büyük ikinci ahşap binası olan yetimhane sanırım yakın gelecekte aslına uygun restore edilecek, umarım yeni halini çocuklarımız ile beraber görme şansımız olur.

(AVLAREMOZ - Selim Kastoryano – 3.10.2023)

Bu yazı toplam 1283 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar