İkiyüzlülük…
Suyumuz şimdi Geçitköy Barajı’na akıyor diye yine rahata yattık. Ancak kış ayları bizde de yaz günleri gibi geçerken, Türkiye’de de şimdiye kadar yazdan kalma günler yaşanıyor, bahar ayları yanılgısıyla ağaçlar çiçek açıyor, meyveye duruyor. Bunlar olurken tabii ki yağmur yağmadığı için barajlar da kuruyor. Her gece tv’de “şu baraj kurudu, bu barajın suyu çekildi, kuraklık kapıda” haberleri duyuyoruz.
Peki, Türkiye’de durum bu iken TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, aniden “Kıbrıs’a su akışını durdurun” emri verirse bizim suyla ilgili ikinci bir seçeneğimiz var mı?
Olmadığı belli çünkü borular patladığında, Geçitköt barajı kuruduğunda ve 9 ay su akmadığında, susuzluktan gark gark ettiğimiz daha çok yakın geçmiş...
Neden öyle olmuştu?
Çünkü suyumuzun biriktiği başka bir göledimiz yok. Gölet var ama su tutan gölet yok. Kısıtlı da olsa yağan yağmur ya denize akıyor, ya da boşa akıp gidiyor. Boşa akıp giden suyun yer altı su kaynaklarını besleyecek bir altyapısı yok. Su göletlere ulaşmıyor, ulaşan su da plansız, kaçak sulamayla harcanıp gidiyor. Yine plansız açılan su kuyuları, yer altına inen suyun hesapsız bir şekilde harcanmasına neden oluyor.
Peki ne olacak? Türkiye’den gelen su bu kez emirle kesilirse veya yine boru patlarsa halimiz ne olacak? Başımıza gelen son belâdan sonra bir plan yapıldı mı? Başka alternatifler üretildi mi? Geçitköy’e gelen suya bağımlılığımızın oranı nedir? Geçitköy’de su varsa yaşam var, yoksa yaşam yok noktasında isek ‘iki devletli bir çözüm arayışı’nın ne kadar komik olduğunun başka bir yaklaşımını da bu örnekte görebiliriz.
Görebiliriz çünkü “iki devletli çözüm isteriz, Federasyonu asla bir daha görüşmeyiz, masaya iki devletlilik, egemen iki eşit devlet için otururuz” diyerek hava atmaya çalışırken, suyumuz bize başka bir yerden gelmezse de hayatımız biter noktasındayız.
***
Dünyada pandemi var, her gün hayatlar bitiyor, ekonomi durmuş, ne turizm var, ne esnaf çalışıyor, ne fabrikalar üretiyor, ne doğru dürüst eğitim yapılabiliyor… Pandeminin önüne geçebilmek için aşılar üretiliyor, ülkeler bu üretilen aşılardan olabildiğince almaya çalışıyor, vatandaşlarını aşılamaya, pandeminin önünü kesmeye çalışıyorlar.
Peki biz ne yapıyoruz?
Elimizi açtık, bize de bir allahın kulu acısın da aşı versin diye bekliyoruz!
Türkiye’nin, bize tartışmalı olan, ne Dünya Sağlık Örgütü, ne diğer onay merkezlerinin onayını henüz almamış olan Çin aşısını vermesini bekliyoruz.
Öte yandan işimize gelirse gördüğümüz ve şimdi aşı vermesini beklediğimiz için “hakkımız” dediğimiz ama işimize gelmezse görmezden gelmeye çalıştığımız, “güney Kıbrıs yönetimi” dediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti’nden en gözde aşı olan Pfizer-Biontech aşısını vermesini bekliyoruz.
İki devletlilik istiyoruz ya; o zaman şimdi de “hakkımız” diye beklediğimiz aşıyı da almayalım, istediğimiz iki devletli, egemen iki eşit devletin önünü açalım, ilk adımı atmış olalım.
Neden aşı bekliyoruz ki!
Bizim erkekliğimize! uygun mu?
Keselim, atalım bitsin. Ne bu böyle! Aşı hakkımız diye bekliyoruz.
Neden hakkımız?
Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kaynaklı hakkımız var. Çünkü birey olarak Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı ve dolayısıyla Avrupa Birliği vatandaşı sayılıyoruz da ondan…
Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür ki!
İki devlet isterken neye güvendiğinizi açıklamak zorundasınız?
Türkiye’ye mi güveniyorsunuz?
Diyelim ki öyle.
‘Egemen iki eşit devlet’ derken hiçbir şey üretemeyen, ürettiğini satamayan, Türkiye’nin bile ‘patatesler zehirli’ deyip geri gönderdiği üçüncü ülke durumunu yaşarken, maaş ödemek için Ankara’ya gidip para alır gelirken, yine Türkiye ile bile maç yapamazken, kendi pasaportuyla uçamazken, şimdi olduğu gibi salgın durumlarında bile ağzımızı açıp birilerinden yardım beklerken neyin iki devletliliğinden bahsediyoruz ki!
‘Eşit iki egemen devlet’ diyoruz ama suyumuzun da, paramızın da, aşımızın da yüzü suyu hürmetine bir yerden gelmesini bekler durumda bir egemen devlet nasıl olur düşünmek bile istemiyoruz.
***
Haddimizi bilip, öyle davranmalıyız.
Umarım her iki taraftan da aşı gelir, umarım Çin aşısı da gelir çünkü ihtiyacımız var. “Bunu istemeyiz, şunu isteriz” gibi tercih yapacak güçlü bir durumumuz yok çünkü… Bağışıklığı ne kadar olursa olsun Çin aşısı da vurulmalı diye düşünüyorum. AB’den, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden gelecek aşının yeterli olacağını bilsek, belki Çin aşısını kullanmayız ama bunu belirleyecek yetki elimizde olmadığı için ne gelirse onu kullanmak durumundayız. Biz de dünyayla birlikte ülkemizde bağışıklığı paralel bir şekilde kazanmak durumundayız.
Umarım su ile ilgili de kötü bir durumla karşılaşmayız. Yine boru patlarsa, veya “suyu kesin” diye bir emir gelirse suyla ilgili bakanlarımızın (şimdiki, önceki ve daha öncekilerin) alternatif planları var mı? Yeraltı su kaynaklarımızı beslemek, olanı korumakla ilgili çalışmaları oldu mu, yağmurlu mevsim aralarında kendi kendimize yetecek suyumuz için projeler geliştirdiler mi merak ediyorum.
Ancak boru patlamasıyla ortaya çıktığı gibi böyle bir çalışmanın, projenin ve alternatifimizin olmadığı da görülmüş oldu.
O zaman en azından suyla ilgili güvenebileceğimiz bir projemizi bize anlatın ki “egemen iki eşit devlet” derken komik olunmasın, dünya bize gülmesin…