İkiyüzlüyüz…
Sosyal medyanın sunduğu imkânlar neticesinde, gözlerimizi açtığımız andan itibaren haber bombardımanına tutuluyoruz. Birçok arkadaşımız tarafından gerçekleştirilen sabah canlı yayınları, gazeteleri elimize almadan veya gazete web sayfalarına bakmadan önce gündemi takip edebilmemize yardımcı oluyor. Tabi ki her daim iyi gelişmeler yaşanmıyor. Özellikle son zamanlarda trafik çarpışmalarında yaşanan can kayıpları ve suç oranlarının kontrol edilemez seviyeye çıkması, toplum olarak güvenlikten yoksun hissetmemize neden oluyor. Bunun ardından da ortaya çıkan kötülüklerin sebebini ve sorumlusunu bulma çabasına giriyoruz.
Mesela ölümlü çarpışmalarda, ilk zamanlar devletin yükümlülüklerini yerine getirmediğini, yolların bozuk olduğunu, gerekli kontrollerin yapılmadığını söylerken, artık verilen sürüş ehliyetlerinin daha sıkı koşullara bağlanması gerektiğini konuşmaya başladık. Çünkü yaşananlar bize gösterdi ki, konunun insan boyutu da büyük bir önem taşıyor ve trafikte sorumluluk bilincine sahip olmayan bireylere peynir ekmek gibi dağıtılan ehliyetler de birer ölüm fermanına dönüşebiliyor. Demek ki sorunları tek boyutu ile değerlendirmek, başarısız sonuçlara varmamıza neden olabiliyor. Devletin hâlâ yükümlülükleri devam ediyor, hatta sürücü hatalarını da hesaba katarak yolların inşa edilmesi gerekiyor ama buna ek olarak insan faktörünün de es geçilmemesi hayati bir öneme sahip.
Diğer bir konu olan ülkedeki asayiş problemi de benzer sığlıkta ele alınıyor. Her ne hikmetse, artan suçların faturası, kayıt dışı olan kişilere kesiliyor. Yanlış anlaşılmasın, hiçbir sosyal güvencesi ve yasal statüsü olmadan adanın kuzeyinde yaşayan insanların durumlarını meşrulaştırmaya çalışmıyorum. Ama konunun o kadar da basit olmadığına değinmeye çalışıyorum.
Yaptığımız ilk hata, suç ile ülkede yaşayan belli insan gruplarını eşleştirmekten geçiyor. Memlekette doğru düzgün bir istatistik tutulmadığı için, suçun ortaya çıkış nedenlerini, tahmini olarak ele alabiliyoruz. Bu noktada da en zayıf halka olarak yabancılar, göçmenler ve mağduriyete açık olan yabancı işçiler tespit ediliyor. Belki de somut olaylara bakıldığında, söylenenlerde haklılık payı vardır. Ama suç ile mücadele ederken hedefleri bu kadar kolay belirlemek mümkün değildir. Çünkü böyle davranarak pek çok sorun görünmez olur, insanların yaşadığı hak ihlâlleri de cezasız kalır.
Ülkedeki güvenliği sağlamakla görevli polis teşkilatı, yaşanan suçlar karşısında başarısız olduğu söylemlerine karşı, “huzur” adı altında bir dizi operasyonla sahneye çıktı. Kamuflajlı, elinde kocaman silahlar bulunan Özel Harekâtın da dâhil olduğu süreçler aslında kendi içinde pek çok tartışmayı da barındırıyor. Özellikle polisin bu denli geniş yetkiler ve keyfi uygulamalara açık bir şekilde arama yapabilmesi, pek çok insan hakkı ihlalini de beraberinde getiriyor.
O başka bir yazının konusu olabilir. Şu anda belirtmek istediğim husus, “kayıt – dışı” statüde yakalanan ve hemen ardından hakkında yasal işlem başlatılan insanların durumu. Öncelikle bu sorunun öznesini ortaya koymak gerekiyor. Çoğu basın organının da diline yapışan “kaçan işçi” kullanımı yanlış bir saptamadır. Çünkü bu tabir ile yasa dışı olan durumun ağırlığı tamamen işçinin omuzlarına yüklenmektedir. Oysa ki tarafları teraziye koyduğumuz zaman, hak ihlâli ve sömürüye açık olan kesim işçilerdir. Yaşadığımız pek çok örnek ve çalışma yaşamına dair uluslararası insan hakları çerçevesinde ortaya çıkan standartlar da, bu eşitsiz güç ilişkisine karşı daha adil bir iş yaşamı kurmayı hedeflemektedir. Netice itibariyle kaçak işçi değil, “kayıt altına alınmamış ve bu sebeple pek çok güvenceden yoksun işçi” tanımını kullanmak daha adil olacaktır.
“Gelişen sosyal adalet, insana yaraşır iş” sloganını benimseyen ve bu yıl 100. yaşını kutlayan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) ülkemizde de iç hukuka dâhil edilen sözleşmeleri ve genel prensiplerini ele aldığımızda, Kıbrıs’ın kuzeyinin işçi hakları konusunda iç açıcı bir noktada olmadığını anlıyoruz. Çünkü şimdiki iktidar ve polis teşkilatı suçların oluşmasının önemli bir nedeni olarak, ülkede kayıt-dışı bulunan kişilerin varlığını göstermekte, amiyane tabirle onların içimizdeki şeytanın ta kendisi olduğunu vurgulamaktadırlar. Yazının başında da değindiğim gibi, suç teorisi incelendiği zaman şu anda konuşulanların, dağın görünen yüzü olduğunu görüyoruz. Devlet aslında güvenliği sağlamak için derinlikli çalışma yapmayıp, “toplumun posası” hâline getirilen yabancı işçileri ülkeden atarak, sorunu çözebileceğini zannediyor. Böylece bilerek veya bilmeyerek, yaşanan sömürüyü meşrulaştırıyor.
Geçen gün mahkemede sıramı beklerken, anlatmaya çalıştığım tabloyu somutlaştıran bir dava ile karşılaştım. Gazetelerden takip edebildiğimiz kadarıyla, hemen hemen her gün kayıt dışı bireylere yönelik, ülkede yasa dışı statüde bulundukları için davalar okunuyor. Büyük bir kısmı Türkçe dâhi konuşamayan, 3. ülke vatandaşları. Adil yargılama hakkı gereği, tercüman eşliğinde davaları görülüyor. Adli yardım müessesinin yokluğu ve malum kesimlerin yoksul sınıftan geldiği gerçeğinden hareketle, istisnalar dışında avukat hizmetinden yararlanamadıkları görülüyor. Belki de birçoğu suçu kabul ettiğinde, alacağı cezanın ardından sınır dışı edileceğinin bile bilincinde değil. Çünkü tarafsız olarak bilgilendirilebilecekleri bir hukuki mekanizma mevcut değil. Dava sonunda kesilecek cezadan önce yargıç, prosedür gereği son kez bir şey söyleyip söylemeyeceğini soruyor. İşte beynimde ışıkların çakmasına neden olan cümleler o anda ağzından dökülüyor “kayı-dışı işçinin”! “Benim annem ve babam hasta, onlara para yollayacaktım. Ama işverenim anlaştığımız paranın yarısını bile vermedi ve beni işten çıkardı. Sonrasında da statümü yenileyemedim. Paramı da alamadım. Çok mağdurum”. Tabi ki o noktada yasal olarak yargıcın yapabileceği pek bir şey yok. Çünkü söylenenler, kişiye getirilen dava ile alakalı değil. Aslında kişi bunlar yaşanmadan önce hukuki olarak bilgilendirilebilseydi, mesele bu noktaya gelmeyebilirdi. İşçi, alamadığı ücret ile ilgili başka bir hukuki süreç başlatması gerekiyordu. Ama şu anda artık çok geç. Çünkü hapis cezası aldı ve ardından da sınır dışı edilecek. Bir daha geri gelmesi de mümkün olmayacak. E peki alamadığı ve kendisini çalıştıran işvereni haksız yere zenginleştiren para ne olacak? Onu da siz düşünün.
Bu sadece bir örnek. Bunun gibi pek çok vaka yaşanıyor bu günlerde. Şu anda kayıt – dışı olan işçilerin, sürecin başında bir işverenin talebi ile ülkeye giriş yaptığı da biliniyor. İş yasamız, işçiyi işverene nazaran koruyan maddeler bakımından çok zayıf. İşverenlere kesilen cezalar ise işçinin yaşadığı mağduriyet yanında devede kulak kalır. Mahkemelerdeki iş yükü ve uzayıp giden davalar göz önüne alındığında, işçi haklarının elde edilmesi noktasında adaletin gerçekleşmesinin geciktiğini gözlemliyoruz. Özellikle yabancı işçiler söz konusu olduğunda, bu boşlukları iyi bile ikiyüzlü işverenler sadece kendi kazançlarına odaklanıp, yarattıkları sömürü düzeninin sarsılmaması için elinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Sonuç olarak ülkede artan suç oranlarını tartışırken, meseleyi bir de bu yönü ile değerlendirelim ve içimizdeki yabancı düşmanlığı ile yüzleşelim. Her ne hikmetse, sorma gir hanına benzeyen ülkemizde sınırlarımızı koruyacağımız ve gerekli durumda kapı dışarı edebileceğimiz kesimler, Türkçe konuşamayan yabancılar oluyor. Kayıt-dışılıkla ve suçla mücadele etmenin tek yöntemi kesip atmak, sokaklarda silahlarla dolaşıp topluma korku salmak değildir. Hatta bulduğunuz dâhiyane çözümler, birçok insanın hayatına mal oluyor, bilesiniz.