İklim Değişikliği Siyaseti
1950’den bugüne geçen sürede her on yıl bir öncekine kıyasla daha sıcaktır. 650.000 yıl içinde karbondioksit hiç bugünkü kadar yüksek olmamıştır. Oran her zaman 290 ppm’in altında seyretmiştir
Cem Atakara
[email protected]
I. Giriş*
Bilim insanları havadaki sera gazlarının seviyesini ölçmek için “milyon başına parça” (ppm) üzerinden yapılan hesaplamayı kullanırlar. Bir ppm yüzde 0.0001’e eşittir. Hacim bakımından karbondioksit en önemli sera gazı olduğundan, bu gaz salımların** değerlendirilmesinde bazen ölçüm standardı olarak “karbondioksite denk” ölçüm kullanılır.
Yüz elli yıldan fazla bir süredir atmosferdeki sera gazları endüstriyel üretimin yaygınlaşması ile birlikte artmıştır. Ortalama dünya sıcaklığı 1901’den beri 0.8 derece civarında yükselmiştir. 1970’ten bugüne ise artışın ortalaması her on yılda bir 0.13 derecedir. 2005 ve 2010 en sıcak yıllar olmuştur. 1950’den bugüne geçen sürede her on yıl bir öncekine kıyasla daha sıcaktır. 650.000 yıl içinde karbondioksit hiç bugünkü kadar yüksek olmamıştır. Oran her zaman 290 ppm’in altında seyretmiştir. 2010’da bu oran 398 ppm’e ulaşmış, Nisan 2015’te ise 403 ppm olarak ölçülmüştür.
Yüksek sıcaklıklar sudaki asit oranını artırmakta, bu da denizdeki hayatı ciddi ölçüde tehdit etmektedir. Görece daha sıcak olan denizler daha fazla karbondioksit bırakıp dünya genelinde yaşanan ısınmanın hızını arttırmaktadır. Kuzey Kutbu’ndaki ortalama yıllık buz katmanının her on yılda bir yaklaşık %3 inceldiği gözlenmektedir. Buz tabakası elli yıl öncesine göre yarı yarıya azalmıştır. Dünya sıcaklıkları 2010 yılında altı derecenin üzerine çıkacaktır. Bu koşullarda deniz seviyesi 26 ila 50 cm arasında yükselecektir.
IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) ve Avrupa Komisyonu birlikte küresel ısınmayı ortalama iki derecede tutmayı amaçlayan bir salım kontrol politikası belirlemişlerdir. Sera gazları ise 450 CO2 (karbon eşdeğeri)’ye sabitlenmelidir.
II. Şüpheciler ve Eleştirileri
Küresel ısınmanın insan faaliyetinin bir ürünü olduğuna inanmamaktadırlar. Şüpheciler azınlıkta olsalar da kendilerini geniş bir bilimsel uzlaşmayı sorgulayanlar olarak görmekle kalmazlar, ayrıca bu uzlaşmanın etrafında birleşenleri, tüm endüstriye karşı saldıran kimseler addederler. Günümüzde küresel ısınmanın mutedil düzeyde ve asla insan yapımı olmadığını söylerler. Küresel ısınmanın insan yapımı bir kriz olduğu konusunda insanları ikna etmek için ısınmanın şaşırtıcı boyutlara ulaştığına dair bir halkla ilişkiler kampanyası yürütülmekte olduğunu ileri sürer ve çevre savunma gruplarının, devlet kurumlarının hatta medyanın, mesajların yayılması için hiçbir masraftan kaçınmadığına vurgu yaparlar.
Şüphecilere göre, bugün gözlemlenen sıcaklık artışlarında esasen yeni bir şey yoktur. Dünya iklimi her daim değişkenlik arz etmiştir. Uzun vadede asıl endişe etmemiz gereken şey, yaklaşan ve içinde olduğumuz ılımlı çağı sonra erdirecek olan buzul çağıdır. Birçok grup ve bireyin felaket ve afet tahmininde bulunmakta çıkarı vardır. IPCC’de çalışanların sadece üçte biri bilim insanıdır. Ekseriyeti ise devlet bürokratıdır.
Şüphecilere göre, Karbondioksit oranlarının düşürülmesine ilişkin histeri ve harcama düşkünlüğü, eşi benzeri görülmemiş fiyatlara ulaşmaktadır. Bugün için, sefalet, AIDS’in yaygınlaşması ve nükleer silahlar daha büyük sorunlara yol açmaktadır. Ne zaman sıra dışı bir olay, sıcak dalga, fırtına ya da sel meydana gelse bazı yayıncılar bunların “iklim değişikliğinin bir teyidi” olduğunu söylerler.
III. İklim Savaşları
İngiltere ve ABD’de çalışan iklim araştırmacıları grubu arasında dolaşan binden fazla e-posta sızdırıldı. Bilim insanlarının bilgisayarlarının kim tarafından veya neden “hack”lendiği bilinmiyor ama buradaki niyetin, bilimsel bulguların üzerine şüphe düşürmek olduğu kesin.
Şüphecilere göre e-postalar, bilim insanlarının iklim değişikliğinin gerçekleştiği konusunda insanları ikna etmeyi amaçlayan tezlerini desteklemek için verileri manuple ettiklerini gösteriyor. Bilim insanları, görünüşe göre, iddialarının dayandığı araştırma bulgularını halkla paylaşma noktasında henüz pek de istekli değiller. Ayrıca bu insanlar kendi çalışmalarına eleştirel yaklaşan yayınları engellemek suretiyle eleştiri sürecini de yönlendirmeye çabalıyorlar.
Bazı şüphecilerin faaliyetlerinin kimi özel çıkar grupları tarafından parasal açıdan desteklenip doğrudan organize edildiği bilinmektedir.
IV. Radikaller
Radikallere göre, şüpheciler riskin abartıldığını hatta böylesi bir riskin hiç var olmadığını söylerler ama bunun aksini iddia etmek gene de mümkündür. İklim değişikliğini iki tipe ayırırlar ve onların inandığı ikinci tipe göre değişiklik radikal ve keskindir. Bu değişiklikler, belirli bir taşma noktasına ulaşıldığında gerçekleşir.
Güvenli karbondioksit seviyesinin 350 ppm olduğu ve bunun halihazırda mevcut seviyenin altında bulunduğu söylenir.
Küresel ısınma veya radikallerin deyişiyle “küresel ısıtma” doğrusal değildir ve dünyadaki ekosistemlerde ani ve büyük bir değişikliğe yol açma eğilimindedir.
İklim değişikliğindeki ilerleme dünyanın önemli bir bölümünü büyük ihtimalle mahvedecek ve yeryüzünü yaşanamaz bir hale sokacaktır. Esas zararı ise uzun süre devam edecek olan kuraklık verecektir.
Karbon salımlarını azaltmak için her şey yapılmalıdır. Ancak esasen, medenileşmiş bir beşeriyet için birer güvenli sığınak olarak iklim değişikliğinden en az zararı görecek alanlar hazırlamak amacıyla uyum çalışmalarına yoğunlaşılmalıdır.
V. Yeşiller
Yeşiller çoğunlukla kendilerini bilim karşıtı olarak tarif ederler ancak buradaki temel vurgu esasında “bilimcilik” karşıtlığıdır. Onlar, bilime özellikle teknolojiye dönük herhangi bir kısıt kabul etmeyen imana karşı çıkarlar.
Yeşillerin hayatımıza kattığı belli başlı ilkeler vardır. Bunlardan biri ‘ihtiyatlılık’ ilkesidir. İlke genelde, “insanlara ya da biyosfere zarar vermediği kanıtlanmadıkça teknolojilere karşı çıkılmalıdır” anlamıyla ele alınır. İlkenin tanımı çoğunlukla şu şekilde yapılır: “neden sonuç ilişkileri belirsiz olsa da ve biz potansiyel zararların oluşup oluşmayacağını bilmesek bile, söz konusu zararlara karşı önleyici adım olarak oluşturulan düzenleyicilerdir.”
Bir diğer ilke ise sık sık kullanılan ‘sürdürülebilir kalkınma’ ilkesidir. Bunun yanı sıra ‘kirleten öder’ ilkesi ise; kirlenmeye sebep olanların yol açtıkları hasara oranla cezalandırılmalarını öngörür.
VI. Ülkelerin Performansları
Ülkelerin performanslarına baktığımızda İsveç 2020 itibariyle dünyanın ilk petrolsüz ekonomisi olma yolunda ilerlemektedir. İsveç’teki sera gazı salımı 2006’da 1990’a kıyasla yüzde 9’a düşer ve tüm bu dönem boyunca ekonomisi yüzde 44 büyür.
Almanya ise yeşiller hareketinin anavatanıdır ve çevre konusunda da lider olduğunu özellikle büyük ülkeler arasında ispatlamıştır. Yenilenebilir kaynaklardan üretilen elektriğin oranı yüzde 6,3’ten (2000) yüzde 14’ün üzerine çıkmıştır (2011). Tüm Avrupa’daki güneş enerjisi üretimi kapasitesinin yüzde 80’i Almanya’dadır. 2050 hedefi, yenilenebilir kaynakların ülke enerjisinin yüzde 60’ını üretmesidir. İsveç gibi Almanya da nükleer santralleri aşamalı olarak azaltmayı taahhüt etmiştir. Ülkedeki tüm reaktörlerin bugün itibariyle 2022’de kapatılması kararlaştırılmıştır.
Danimarka’da ise 2009 itibariyle rüzgâr enerjisiyle üretilen elektriğin oranı yüzde 25’e çıkar ve elektrik kullanımının yüzde 18’ini karşılar.
İspanya on küsur yıl içinde yenilenebilir kaynaklardan temin edilen enerji oranını yüzde 2’den 12,5’e çıkartmıştır.
Portekiz’de ise elektriğin yüzde 17’si yenilenebilir kaynaklardan temin edilmekteyken, 2009 sonu itibariyle bu oran yüzde 42’ye çıkar.
Britanya’nın nükleer ve kömür yakıtlı güç istasyonlarının önemli bir bölümü 2020 yılı itibariyle ömürlerini tamamlayacaktır. İlgili dönemde hedef, yenilenebilir kaynaklardan üretilmesi zorunlu enerjinin yüzde 15 olması yönündedir.
ABD ise apayrı bir vakadır. Bu ülke her yıl küresel enerjinin yüzde 25’ini tüketmekte ve dünya karbon salımlarının yüzde 20’den fazlasına neden olmaktadır. Obama 2009 tarihli Amerikan Temiz Enerji ve Enerji Güvenliği Kanunu’nu desteklemiştir fakat tasarı Senato’da iptal edilir. ABD ulusal düzeyde hiçbir şey yapmış değildir. Bu anlamda, endüstriyel devletler arasında umursamaz tavrıyla öne çıkan neredeyse tek ülke odur.
VII. Teknolojiler
Temel yenilenebilir enerji kaynağı hidrojen olarak görülmektedir. Ayrıca bu enerji kaynağı sera gaz salımına yol açmayıp evrenin her yerinde bulunabilmektedir.
Nükleer enerjiyle ilgili ise farklı soru işaretleri bulunmaktadır. Nükleer enerji ile nükleer silah yapımı arasındaki bağlantı, nükleer atıkların tahliyesi ile nükleer terörizm tehlikesi dikkat edilmesi gereken güçlüklerdendir. Nükleer enerji kullanan birçok ülke nükleer silahlara sahip değildir ama bazı devletler bugün itibariyle muhtemelen nükleere dayalı bir cephanelik temin etmek için nükleer enerji geliştirmek niyetindedir.
Jeotermal enerji ise daha vaatkâr görünmektedir. Ancak bu enerjinin, yeryüzü kabuğunun epey altından temin edilebildiği dikkat çekmektedir.
Kömür üretiminde ise OECD ülkelerinde kömür kullanım oranı düşmesine rağmen Çin gibi ülkelerdeki artışla bu dengelenmektedir.
En fazla umut beslenen alan ise güneş enerjisidir. Bu enerji, ihtiyaçlarımızı karşılamak için gerekli olandan çok daha fazla miktardadır.
VIII. Uluslararası Müzakereler
1992 Rio Konferansı sonrası imzaya açılmış olan BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması “ortak ama farklılaşmış bir dizi sorumluluk” belirlemiştir. Buna göre gelişmiş ülkelere ilk önce eyleme geçme zorunluluğu getirilmiştir.
Bu arada ABD senatosu ise gelişmekte olan toplumlar için belirli kesintilerin yapılmasını öngörmeyen her türden anlaşmanın reddedilmesi yönünde oybirliği ile karar almıştı. Bush yönetiminin asıl endişesi ise Çin’in, gelişen ülkelerin herhangi bir kesinti yapmamasının gerekli olmaması noktasında, ABD ile rekabetinde önemli avantajlar elde edeceği yönündeydi.
1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde imzalanan protokol ile ülkelerin salımlarını 1990’daki seviyeleri üzerinden 2008’den 2012’ye kadar yüzde 5,2 oranında azaltmaları karara bağlanmıştır. ABD ve Avustralya dışında, tüm diğer endüstriyel ülkeler ve kalan ülkelerin ekseriyeti Kyoto’ya imza atmıştır. ABD Rusya’ya imzalamaması yönünde baskı yapar ve Rusya ilk başta Kyoto’ya karşı çıksa da 2004’e doğru protokole imza atar. Avustralya ise hükümetin değişmesi sonucu protokolü 2008’de imzalar.
Öte yandan ABD, Çin ile bir mutabakat anlaşması imzalar ve enerji ve iklim değişikliği politikası konusunda işbirliğine gideceklerini ilan ederler. Ulusal düzeyde bunlar olurken Kaliforniya eyaleti, planladığı AB32 adındaki projesi ile eyalet bazında sera gazlarını 2020 itibarıyla yüzde 25 oranında azaltmayı, bu oranın da 2050’de yüzde 80’e çıkmasını taahhüt eder.
Kyoto’da kabul edilen bir diğer önemli husus ise karbon piyasalarıdır. Buna göre endüstriyel ülkeler kendi salım azaltma ünitelerini başkasına satabilecek ve ayrıca kendi salım azaltma hedeflerine ulaşmak adına bunları gelişmekte olan ülkelerle takas edebileceklerdir.
Sonuç
Önceki medeniyetlerin de çevreleri üzerinde belirli bir etkileri olmuştur ama bu medeniyetler sadece bölgesel bir nitelik arz etmiştir ve ilgili etki bugün yaşananla kıyaslandığında önemsiz düzeyde seyretmiştir. İlk dönem medeniyetlerin hiçbirisi, doğaya bizim her gün küresel ölçekte yaptığımız düzeyde bir müdahale gerçekleştirmemiştir.
* Bu makale Anthony Giddens’ın “İklim Değişikliği Siyaseti” kitabının bir değerlendirmesidir.
**Çeşitli yazılarda ‘karbon salınımı’ gibi cümleler geçmektedir. Salınım “salınmak fiilinden gelir. Bir cismin ya da canlının, sarkaç benzeri bir hareketle sallanması.” Dolayısı ile karbon salınımı olmaz, ‘karbon salımı’ doğru olan ifadedir.