1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İktidarın Mührü: Kıbrıs’ta Dini Yapılar
İktidarın Mührü: Kıbrıs’ta Dini Yapılar

İktidarın Mührü: Kıbrıs’ta Dini Yapılar

İktidarın Mührü: Kıbrıs’ta Dini Yapılar

A+A-


Emre Akbil
[email protected]

Haspolat bölgesinde, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi kampüsü karşısındaki Hala Sultan İlahiyat Kompleksi içinde inşa edilen Hala Sultan Camisi,dini bir yapıdan çok bir iktidar aracı veya Kıbrıs adasına vurulmuş bir “mühür” olarak kendini sunuyor. Ölçeksiz büyüklüğü, Mesarya ovasının geniş pastoral düzlüğünü ve Kıbrıs adasının doğal coğrafik anıtı Beşparmak dağlarını örtecek kadar abartılmış durumda. Sadece yerel coğrafya ile kurduğu ilişkiye bakarak diyebiliriz ki bu büyüklük dini bir özgürlük alanının ifadesi olamaz. Tam tersine özgürlük alanlarını sınırlandıran, belli bir kültürün ve kimliğin empoze edildiği bir iktidar pratiğinin açık göstergesidir (gerekçelerini daha sonra detaylandıracağım).Temel atma töreninde konuşan Beşir Atalay’ın söylemindeki Kıbrıs adasına vurulan bu “mühür” açıkça iktidarın mekana damgasını vurduğu sembolik bir eylemdir. Külliye ve cami belli bir kitle, zümre ve cemaatin eğitimi içinse bu büyüklük ve ölçeksizlik toplumun ve hatta adanın tümüne yönelik mesajlar içerir. İdeoloji ve dinin örtük politik örgütlenmesi içinde gizlenmiş mesajları açığa çıkarmak için mimari objelerin toplum ile kurduğu tekinsiz ilişkinin temel prensiplerini anlamak veya anlama girişiminde bulunmak gerekir.

Ölçek, bir yapının boyutları itibarı ile kurduğu ilişkiler bütünüdür. Büyüklük, yükseklik, genişlik gibi kitle biçimlenmesini basitçe anlatan ilk gözlem yapının çevresi ile kurduğu ilişkinin temelini oluşturur. Ancak bu ilişki sadece çevresi ile değil toplumsal etkisi ile de düşünülmelidir. Bu durumda ölçek,  mimari yapının toplum üzerinde uyguladığı gücün de ölçüsüdür. Sembolik düzlemde (ki Hegel’in estetik üzerine yazılarında bundan bahsedilir ve en arkaik mimari tiplerde bu düzlem vardır) iktidarın kimlik yaratma stratejisi göstergeler yolu ile dışavurulur. Üçüncü bir katman ise kullanıma dairdir. Kullanım şeması iktidarın mekandaki işleyişi ve özne yaratma pratiğinin günlük tezahürüdür. Mekanda bir cemaatin ve/veya bir topluluğun dizilişi, yönelişi, örgütlenmesi ve türdeşleşmiş homojen bir kitleye evrilmesi ilk iki katmandaki iktidar şemasından daha kompleks ve girift bir güç uygulamasıdır. Bu düzenek ofis yapılarında, okul yapılarında ve fabrika yapılarında da görülebilir (hatta modern dönem disiplin toplumunun temel yapıtaşlarından biridir). Mimari mekândaki işleyişin aynı zamanda bir özne üretim aracı olduğu bir sır değil. Mimarların neredeyse otomatik olarak yaptığı işlev şemaları eğitimde kendilerine verilmiş disipliner bir uygulama biçiminden öte belli bir biat kültürü yaratan itaatkar mekânsal pratiğin aşılanmasıdır.

Hala Sultan Camiîsi’nin ait olduğu tipolojinin (mimari biçim, işlev ve sembolik örgütlenmesi benzeşen yapı grubu) evrimini ve bir iktidar aracına giderek dönüşmesi sürecini kısaca inceleyelim. Din her zaman bir iktidar aracı olmuştur; ancak aynı zamanda bir kaçış ve sığınma alanıdır da. Dini yapılar ise duyusal birer sığınak gibidir. İlk camilerde bu toplu sığınma ve eşitlik hissi gözlemlenebilir. Bursa Ulu Camii’deki gibi tekrarlanan ritmik kubbeler mekanda eşitlik hissi oluştururken bu tipolojinin getirdiği birliktelik hissi simgesel düzeneğin önündeydi. Osmanlı mimarisi fetih sonrası dönemde Bizans İmparatorluğu’nun kilise tipolojisini ve İslam mimarisini harmanlamaya başladığı zaman cami artık bir birliktelik mekanı, duyusal bir sığınak, olmaktan çıkmış ve padişahın iktidar aracına dönüşmüştü. Hiyerarşik kubbe düzeneği altında  cemaati toplama fikri bu dönemden itibaren Osmanlı Cami şemasının ana unsuruna dönüşür. Aya Sofya’nın kubbesi, Fatih ve Beyazıt Camilerinde yeniden yorumlanmış ve daha sonra tekil hacme ulaşma arzusu müthiş bir mimari araç olarak Mimar Sinan tarafından önce Süleymaniye Cami ardından da Bursa Selimiye Cami’sinde mükemmelleştirilmişti. Bugün hâlâ yaygın olarak kullanılan “Osmanlı” cami tipolojisi tam da bu mekânsal iktidar şeması üzerinden kurgulanmıştır (Hala Sultan Camisi de bu tipolojinin ürünüdür). İç mekanı ve ana kubbe etrafındaki kubbeler artikülasyonu özgün İslami iktidar örgütlenmesini betimleyen bu şema imgesel olarak Bizans imparatorluğunun iktidar metaforunu da içinde barındırıyor. Bugün, tarihin ve mimarlığın ortak ironisi olarak okunabilecek şekilde Kıbrıs coğrafyasının kuzeyinde Bizanslı bir iktidar metaforu hakim olmuşsa bunun belki de en önemli unsuru giderek yaygınlaşan cami yapılarıdır diyebiliriz. Ortaçağ’ın duyusal şiddet ortamında önemli sığınma alanları olarak yaygınlaşan dinler bu sığınma isteğini kullanarak türdeş kitleler yaratmak için iktidarların vazgeçilmez araçları olmuşlardır. Mimarlık ise bu araçsallığın maddesel örgütlenmesini kurgulamaya yardımcı olmuştur. Geç Roma, Bizans, Osmanlı ve Yakındoğu İslami Coğrafyaları kesintisiz olarak mimarlığın ve dinin iktidar alanında bütünleşmesine tanıklık etmiştir. Osmanlı cami mimarisi bu sürekliliğin kaçınılmaz ve önemli bir parçası olarak ortaya çıkmış ve kendine özgü bir alan tanımlamıştır. Doğan Kuban’a göre tuğladan üretilen “baldeken kubbe” Osmanlı mimarisinin genetik ve modüler yapıtaşını oluşturmuştur. Sanayi öncesi dönemin geniş açıklık geçebilen yegâne yapısal elamanı olan kubbe Osmanlı yapı ustaları tarafından küçük açıklıklar için de yaygın olarak kullanılmış adeta üst örtü üretiminin ana elemanı olmuştu. Bu kültürel altyapı ve Osmanlı’nın Bizans İmparatorluğunu gölgede bırakan iktidar arzusu birleşince sultanın din ile kurduğu bütünlük cami kubbesinin tekil örtüsü altında giderek büyürken net bir biçime ulaşarak evrimleşmiştir.  Bizans kilisesinde haç biçimli plan üzerinden gelişen mekân bu evrim sürecinde Osmanlı’da kubbeli üst örtü planını yeniden biçimlendirecek şekilde gelişti (Kuban, 1988).

Gündeliğin İktidarı: Camiler/Kiliseler 

Bugün Türkiye’de ve Kıbrıs’ın kuzeyinde (ve hatta ilişkili Orta Asya coğrafyasında) tek tip olarak üretilen camilerin tümü iktidarın ve dinin bütünleştiği Osmanlı ve Bizans imparatorluklarının günümüzdeki metaforik kopyaları olmaktan öteye gidemiyorlar. Sanayi dönemi öncesinin yaygın geniş açıklıklı yapısal elemanı olarak ortaya çıkmış tuğla kubbelerden betonarme inşaat teknolojisine aykırı biçimleri ile zorlama beton kubbelere geçiş başka bir biçimde açıklanamaz. İçi boşaltılmış bir iktidar imgesine dönüştürülmüş olan bu camiler ve Kıbrıs’ın güneyinde de giderek artan kiliseler basitçe inanç pratiği için üretilmiş yapılar değildirler. Bu açık bir cemaat yaratma, türdeş insan üretme pratiğinin dışavurumudur ve dolayısı ile mekanın ayrıştırıcı politik örgütlenmesinin en belirgin örneğidir. Minaresi ve kubbesi ile işlevsel ve tektonik olarak anlam aşımına uğramış bu mimari tipolojiye karşı olmak dini özgürlüğe karşı olmak değildir. Tam tersine bu tipoloji inanç özgürlüğüne karşı gelişen pratiğin açık ifadesidir. Bu tipoloji çoğulcu, demokratik ve yurttaşlık bilinci ile şekillenen politik bir örgütlenmeye karşı biat kültürü ile biçimlenmiş, ana akım ve sömürgeci iktidara bağımlı gelişen türdeş, homojen kitleler yaratan politik bir örgütlenmenin göstergesidir.

Ne var ki bu göstergeler Kıbrıs’ın kuzeyinde yerini bulmuş değildir. Duyusal ortam bu küçük coğrafyada dini sığınmalara gerek duyulmadan küçük zümresel öbekler etrafında biçimlenmiş olduğundan hemen tüm coğrafyayı örten bu imgesel iktidar aracı yerini tam olarak bulamamıştır. Dini imgeler, içinde bulunduğu Kıbrıs’ın kuzeyinin kültürel uzamı ile gerilim içinde gelişmektedir. Bu gerilim zaman zaman belirginleşirken zaman zaman da gizli saklı olarak sürmektedir. Her şekilde bu gerilimin tartışılması ve ortaya çıkması gereklidir. Sömürgeci iktidar ile yerel kültürel yapı arasındaki farkın yol açtığı gerilim şiddet üretmeden ve geç kalınmadan açığa çıkarılmalıdır. 

Duyusalın Mekânsal Yönetimi

Bugünün iktidarları Ortaçağ iktidarlarının mekânsal yönelmelerini eklemleyerek değişimlerini sürdürüyorlar. Hiç kuşkusuz duyusal ortamı düzenlemek iktidarların sömürü araçlarının temelini oluşturur. Bugün, hemen her bireyin içkin gücünü oluşturan duyusal alanını gönüllü olarak devrettiği sadece din değil. Finans kapitalin duyusal özgürleştirme olarak imgelediği aşırı bireysel tüketim mekanizması duyusal ortamın sömürüsünün birinci katmanı ise din ikinci katman olarak bu yersiz-yurtsuz figürleri bir araya toplayan altlık olarak yerini koruyor. Bir diğer katman ise hiç kuşkusuz devletçi milliyetçilik duygusunun üretimidir. Ortaçağın din ve monarşizm katmanları üzerine oturan endüstriyel dönemin milliyetçi kitleselliği üzerine postfordist bireysellik katmanı eklenince ortaya kesiksiz olarak gelişen çok katmanlı bir sömürü mekanizması çıkıyor (Lazaratto). İlk bakışta birbiri ile çelişir gibi görünse de bu katmanlar duyusal iktidar alanını neredeyse boşluksuz olarak kontrol altına alan tarihi bir gelişimin, daha doğrusu bir genaolojinin ürünüdür. Din, Millet ve Kapital üçlüsü yerçekimi kanunundan daha kuvvetli bir çekim kuvveti yaratmakta ve bireyler (monadlar) bu çekim alanı dışına çıkma fikrinden korku duymaktadır. Korktukları kendi özgün duyusal güçleri ve bu güçlerine karşı yabancılaştırılmış çevreleridir. 

Duyusal Müştereklerin Mekânsal Olasılıkları Üzerine

Duyusal özgürlükleri koruyan çerçeveler inşa etmek özgürleşmenin ve sömürgesizleşmenin temelini oluşturacaktır. Bu basit bir milliyetçilik karşıtlığı, din karşıtlığı veya sermaye karşıtlığı olarak hegemonik okumalara kapılmadan yürütülmesi gereken bir mücadeledir. Karşıtlıklar, halihazırda, iktidar kuvvetlerinin ana besin kaynağıdır. Alternatif, dayanışmacı ve farklıkları barındırabilecek mekânsal örgütlenmeleri düşünmek, tartışmak ve üretmek her zamankinden daha gereklidir. 

Dini yapılara (kiliseler/camiler), milliyetçi sembollere (anıtlar/büstler/dağlara çizilmiş bayraklar) ve sermayece özelleştirilmiş mekânsal pratiklere (AVM’ler, özelleştirilmiş sahiller/mekanlara) karşı direnecek müşterek duyusal mekanı keşfetmek için yeryüzüne bakmak ve yeryüzünü politik bir aktöre dönüştürmek gerekir. Kıbrıs adasının ekolojik uzamı müşterekçi bir mücadele zeminini oluşturur. Kıyılar, dağlar ve düzlükler üçlemesi din, devlet ve sermaye üçlüsüne karşı duruşun  ipuçlarını bize sunar. Bu izi takip etmek ve alternatif yaşamları ortaya çıkarmak çoğulcu bir çabanın doğuşunu tetikleyebilir. Kıyılar aşkın bir coğrafya unsuru olarak ayrışma karşıtı hareketin mekânsal unsurlarıdır. Milliyetçi semboller kıyıların bütünleştirici hatları boyunca anlamsızlaşır. Kıyılar ufuk çizgisine kadar uzamı genişletir ve hiçbir imge ufuk çizgisinde yutulmaktan kurtulamaz. Dağlar insan-öncesi dünyanın anıtlarıdır. Yeryüzünün insanlığa karşı duruşunun simgesi dağlardır ve kendini aşmak isteyen kişi kendini dağda bulur. Ve işte dağını örten, parçalayan ve kaybeden bir toplum kendileri de kayıp olmaya mahkum bireylerin oluşturduğu bir topluluktur.İki anıtsal dağ kitlesi arasında uzanan geniş düzlükler, Mesarya, Kıbrıs’ın pastoral potansiyelini barındırır. Pastoral yaşam sadece basit yaşam içindeki karmaşıklığı gösteren estetik bir olgu değil politik bir durumun da ifadesidir.Kent dışı üretkenliğin coğrafyalarını kentleri sınırlandırarak korumaya alan pastoral düzlükler, tarım ve hayvancılığa dayalı üretimin tüketim kültürüne galip geldiği koşulları muhafaza eder. Meksika’da Zapatista hareketi tam da pastoral bir çıkış olasılığını bize gösterir. Ejidos (exit, yani çıkış) adı verilen, ne devlet ne de özel mülkiyeti olan ve yasalar ile korunmuş kent çeperlerindeki komünlerde yaşayan Zapatistalar, müşterekçi üretime dayalı çoğulcu ve ekolojik direnişin imkanlarını pastoral coğrafyalarda bulur. Kıyılar, dağlar ve düzlükler üçlemesi kiliselere ve camilere (duyusal sığınaklara) muhtaç olmayan, iktidarın kutuplaştırıcı sembollerine kapılmayan ve sermayenin finansal aygıtlarına alternatif üretim ve yaşam pratikleri sunan bir yeryüzü politikasının tüm imkanlarını barındırır. İktidarların coğrafyaları mühürleme rejimine karşı, politik ekolojinin uzamında bir karşı-iktidar alanını harekete geçirmek mümkün.

 

Kaynakça
Kuban, Doğan. "Sinan'ın Dünya Mimarisindeki Yeri." Mimarbaşı Koca Sinan: Yaşadığı Çağ ve Eserleri, 1 (1988): 581-624.

Bu haber toplam 2159 defa okunmuştur
Gaile 380. Sayısı

Gaile 380. Sayısı