İmkânsız Buluşmanın İmkânları: “Freud-Spinoza Mektuplaşması 1676-1938”*
Mucizevi buluşmanın bir tarafında “filozofların peygamberi/prensi” olarak nitelendirilecek kertede değer biçilen Spinoza var
Hakkı Yücel
[email protected]
Arada uğrar, eski bir dost, sohbet ederiz. Geçenlerde okumakta olduğum bir kitabın üzerine geldi; ne vardı ne yoktu derken gözü masaya bıraktığım kitaba takıldı. “Ne okuyorsun?” diye sordu. Söyledim. Zaman zaman takıldığı için bilirim, fırsatı yakalamıştı, kaçırmadı; dudağının kenarına müstehzi bir gülümseme yerleştirdi ve konuşmaya başladı: “Dışarda ortalık yanıyor, sen içerde kelimelerin/kavramların dünyasına sığınmış, geziniyorsun hocam. Ne iş!?” Durmadı, saydırmaya devam etti, dinledim. Bitirdikten sonra acaba bu sefer neler yumurtlayacaksın der gibi yüzüme baktı. Yanıt vermek yerine son günlerde çok sık hatırladığım fıkrayı anlatmakla yetindim: Meraklının biri önünden geçmekte olduğu bir akıl hastanesine girmiş, pencerelerden birine yaklaşmış, içeriye bakmış ve gözüne çarpan bir hastaya sormuş: “İçeride kaç kişisiniz?” Hasta meraklıyı bir süre süzdükten sonra yanıt vermiş: “Sen bizi bırak, siz dışarda kaç kişisiniz?” Sevgili dostumu kapıya kadar geçirip yolcu ettikten sonra -giderayak “bir akşam meyhane yapalım” demeyi ihmal etmedi-, içeride, masaya bıraktığım kitaba geri döndüm.
Bir parantez; Orhan Pamuk’un ‘Kara Kitap’ romanını okuyanlar, o çarpıcı şiirsel son cümleyi hatırlayacaklardır: “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç.” Öyle midir? Kendi adıma mühür basarım. Hayatın sürprizlere gebe dinamik akışkanlığı ve şaşırtıcılığı karşısında (bunu kim inkâr edebilir ) yazının (onun toplamını ifade etmesi bakımından ‘kitabın’ diyelim) öne çıkmasını doğrulayan fazladan artıları olduğu aşikâr. Nasıl olmaz ki; doğrudan hayattan/hayatın gerçeklerinden besleniyor olsa da, sonsuz hayal gücünün ve sonsuz yaratıcılığın tezgâhında yazıya/kitaba dönüşerek mucizevi bir mahiyet kazanan bu doğurgan serüvende gerçeklik, çok daha yoğun, çok daha katmanlı ve ihtimal/imkânları çok daha fazla kapsamıyla yeniden keşfedilir/inşa edilir/anlam kazanır. Bu yüzden değil midir ki kitapla ilgisi olan hemen herkes, okuma serüveni boyunca, zaman zaman “bir kitap okudum çarpıldım” dediği örneklerle mutlaka karşılaşır. (İlginçtir yine Orhan Pamuk “Yeni Hayat” romanına “Bir gün bir kitap okudum ve tüm hayatım değişti” cümlesiyle başlar). Üstelik bu durum sadece edebiyatla da sınırlı değildir; düşünce dünyasında farklı bilgilere ve yeni ufuklara yelken açan metinler arasında da okuyanı o dakika çarpan örnekleri bulmak mümkün. Nietzsche aklıma geliyor burada. Üniversite tahsili için geldiği Leipzig’te bir sahaf dükkânında Schopenhauer’in “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” kitabıyla karşılaşan ve okumaya başladığı anda kendisini ‘Schopenhauerci’ ilân edecek kadar etkilenen Nietzsche (sonraları bu aidiyeti değişikliğe uğrayacak olsa da), “hüzünlü dâhi” olarak nitelendireceği üstadı ve kitabıyla ilgili olarak, o buluşma gününün akşamında, bir arkadaşına coşku içinde şunları yazar: “(….) Odama çıktığımda kendimi ganimetimle birlikte kanepenin köşesine attım ve o enerji dolu, hüzünlü dâhinin zihnime işlemesine izin verdim. Her satırı feragat, inkâr ve tevekkülle haykıran bu kitapta dünyanın, hayatımın ve zihnimin korkutucu bir görkemle akseden görüntüsünü izlediğim bir ayna buldum.”
Parantezi kapatarak sözü masamda duran, ilgiyle, -ama itiraf etmeliyim- ‘şaşkınlık’ ve ‘hayranlık’ duyarak okuduğum kitaba getirmek istiyorum: “Freud-Spinoza Mektuplaşması. 1676-1938”. Yazarı Fransız bir filozof: Michel Juffe. Aralarında iki yüz yılı aşkın zaman farkı olan bir filozof (Spinoza. 1632-1672) ve bir psikiyatrist/psikanalistin (Freud. 1856-1939) hayatlarının son dönemlerine denk düşen, karşılıklı yazdıkları mektuplar üzerinden ‘imkânsız buluşmalarının’ gerçekleştiği (bir yılı aşkın sürede on altı mektup), olağanüstü kurgusal bir çalışma. Juffe’nin sonsuz hayal gücü ve yaratıcı bilinci, kendi alanlarının şahikaları Spinoza ve Freud metinlerine olan vukufiyeti ve yine metinler arasında ustalıkla kurduğu illiyet bağıyla birleşerek bu imkânsız buluşmayı mucizevi bir biçimde gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bunu gerek Spinoza’nın gerekse Freud’un temel kavramlarını karşılıklı -kimi zaman oldukça sert ama saygıyla- değerlendirdikleri, bugünlere taşan, doğurgan/eleştirel bir tartışma zeminine dönüştürüyor. Nitekim mektuplardaki yoğun içerik, perspektif derinliği ve genişliği, eleştirel kapsam ve de özenle korunan ‘tartışma adabı/ahlâkı’ tam da bunu ifade ediyor. İşte bir müstesna ‘yazı/kitap’ daha ki, doğum ve ölüm travması arasında ömür geçiren insanın sancılı alacakaranlık varoluş serüvenine parlak ışıklarını düşürerek, alıcısını bir kez daha şaşırtıyor, sarsıyor.
Mucizevi buluşmanın bir tarafında “filozofların peygamberi/prensi” olarak nitelendirilecek kertede değer biçilen Spinoza var. Serdettiği görüş ve düşüncelerinin kapsamı ve mahiyeti itibarıyla zaman ve mekân aşımı güce sahip olan, bugün üzerinde hâlâ konuşulup yazılmaya devam edegelen, felsefeyi gökyüzünden -onu kuşlara ve bulutlara bırakarak- yeryüzüne indirerek yaşamın vazgeçilmezi kılan bir filozof. Yirmi üçünde görüşleri nedeniyle ait olduğu Yahudi cemaatinden aforoz edilmesi, yanına yaklaşılmasının men edilerek yalnızlığa mahkûm kılınması onu yolundan alıkoymuyor. İmzasız yayınlamak zorunda kaldığı yazılarında kutsal metinleri (dini) sorgulaması, Tanrı’yı “sonsuzluğu içinde doğa” (“Deus sive Natura: Tanrı ya da Doğa”) olarak tanımlaması onu kilisenin/ruhani liderlerin sürekli hedef tahtası haline getiriyor. Felsefe yazıları ise (özellikle yayınlamaktan çekinerek çekmecesinde saklamak zorunda kaldığı ‘Etika’) düşünce tarihinde ‘epistemolojik kopuş’ sayılacak kertede değer taşıyor. Ve nihayet çile içinde geçen ömrü kırk beşinde sona eriyor.
Diğer tarafta ise Spinoza’dan iki yüz otuz dört yıl sonra doğan, psikanalizin kuram ve kurum olarak yaratıcısı, eleştirildiği kadar hâlâ temel başvuru kaynaklarından biri olarak kabul edilen Freud var. Yaşarken Spinoza’yı okumuş mudur, bunu ima eden birkaç küçük ipucu olsa da, şüpheli. Ne var ki psikanalizin bireyin ‘özgürleşme’ temelli varoluşsal edimi olarak bilinçaltını açığa çıkarma çabasıyla; Spinoza’nın bireyin ‘varolma kudreti/çabası’nın (conatus’un) kendini aynı temelde var etme edimi olarak tecellisi, böylesi bir buluşmanın gerçekleşmesini sağlayacak zihinsel/düşünsel akrabalık olarak kabul edilebilir. (Tam da burada konuyla ilgili olarak bir başka değerli çalışmayı belirtmem gerek: “-Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla- Spinoza ve Felsefesi” Halûk Sunat. Bağlam Yayınları). Juffe’ye ilham veren, onu böylesi iddialı ve de meşakkatli çalışmaya teşvik eden kim bilir belki de bu doğrudan/dolaylı akrabalıktır.
Freud’un 15 Ocak 1937 tarihli “Saygıdeğer Üstat; size -büyük hayranlık duyduğum- Goethe’nin sitayişle söz ettiği şahsınıza, yazmak üzere kalemi elime alma cesareti bulduysam da çekinmiyor değilim” cümlesiyle başlayan; Spinoza’nın ise 25 Ocak 1676 tarihli “Sayın Profesör, insan ruhunun meşhur ve mümtaz bir erbabı olan şahsınızdan gelen beklenmedik mektubu büyük bir sevinçle iki kez okudum. Cevap vermek için can atıyorum.” satırlarıyla karşılığını bulan mektuplaşma, yine Spinoza’nın 22 Ocak 1677 tarihli mektubuyla sona erer. (Ölüm artık kapıdadır). Başlangıçta ısınma turları misali verimli bir tartışmanın ilk adımları olarak sayılabilecek nispeten kısa mektuplar, tarafların metinleri -ve kimi başka metinler/isimler- ortaya konulup temel kavramları ve tespitleri öne çıktıkça uzamaya başlar. İki asrı aşkın süre geriden gelen Spinoza bu zaman farkını kapatacak bilgileri Freud’dan aldıkça eleştirinin dozu artar, mektupların kapsamı yoğunlaşır, derinleşir ve genişler. Öylesine dinamik, üretken ve de saygın bir ilişkidir ki bu özellikle Freud (o bu tartışmada daha çok kendi görüşlerini savunan pozisyonundadır) ‘ölüm dürtüsü’, ‘Odipus kompleksi’, vb. temel tespitlerini, eleştiriler ışığında yeniden gözden geçirmeye hazır hale gelir. Bu kadar da değil, sayfalar ilerledikçe mektuplaşma, okurunu sarsan sınırları ve kapsamı geniş verimli bir felsefe/psikanaliz yolcuğuna dönüşür.
Bu mucizevi buluşma, Spinoza’nın “ebedi dostluğumuza” diyerek noktaladığı 22 Ocak 1677 tarihli mektubu ile sona erer. Freud okurken gözyaşlarını tutamadığını söylediği bu son mektubun arkasına” (….) Böyle bir duygu inceliğiyle buluşan böyle bir zihinsel kavrayış gücü hiç çıkmamıştı karşıma. Nihayet, yaltaklanmanın, kibrin olmadığı hakiki dostluğu tattım. (….)”
İmkânsızı mümkün kılan olağanüstü kurgusu ve yoğun müktesebatıyla Juffe’nin kitabını okumak, insanın hem kendine ve hem de kendi dışına yönelik keşif/inşa/anlam yolculuğunda, zihinsel/tinsel bir şölen.
*”Freud-Spinoza Mektuplaşması (1676-1938). Michel Juffe. Çeviren: Siren İdemen. Metis yayınları. 2018. S.316