İngiliz Döneminin İlk Yıllarında Kıbrıs Baf ve Limasol
“Lefkoşa ve Limasol’da halk Baf için iyi şeyler söylemezler. Hristiyan olsun, Müslüman olsun Baf’ın insanları size gürültücü, şamatacı ve kanun tanımaz yabaniler diye tavsir edilir.”
Haşmet M. Gürkan
“Lefkoşa ve Limasol’da halk Baf için iyi şeyler söylemezler. Hristiyan olsun, Müslüman olsun Baf’ın insanları size gürültücü, şamatacı ve kanun tanımaz yabaniler diye tavsir edilir.”
W. Hepworth Dixon, 1878lerin Baf’ını anlatmaya bu cümlelerle başlar ve Kıbrıs’ın en uzak köşesini oluşturan bu “Kaymakamlık” halkının tüm dağlı kabilelerin kusurlarını taşıdıklarını, adada korsanlık ve eşkiyalığın izi kalmışsa buna Baf yöresinde rastlanabileceğini, Kıbrıs’ta bilinen ağır suçlara arka çıkma diye bir şey varsa bunun da yine bu yörede görülebileceğini yazar. Kıbrıs’ta yol kesme ve cinayet gibi ağır suçların az işlendiğini, ne var ki böyle durumlarda halkın ellerinde delil olsun olmasın bunu Baflılara yüklediğini de vurgulayan Dixon, bu tür şöhret yüzünden İngilizlerin Baf’ı işgale bir alay asker gönderdiklerini söyleyip şöyle devam eder;
“Limasol ve Mağusa bir çift kırbaçla idare edilebilir. Lefkoşa için 50-60 adam yeter de artar bile, Larnaka bir ganbot ve bir onbaşının gözetiminde güven altındadır. Kötüye çıkmış adından ötürü Baf için bir alay veya ona yakın büyüklükte bir güç düşünülmüştü.
(…) Baf yoksuldur ve ticaret merkezlerinden çok uzaktadır. Limasol’da olduğu gibi ardında ürünleri için yabancıları limanına çekerek zengin ve verimli bir hinterlandı da yoktur. Toprak ve pislik dolu küçük ve sığ limanın yanı başında eski bir kalenin kalıntıları ve onu karaya bağlayan bir dalgakıran vardır. Limanın genel şekli hakkında bir fikir edinecek kadar kalıntı vardır çevrede ki bunların bazıları Haçlılardan kalmadır. Kuzey tarafta Türk stili küçük bir kale limana girişi kontrol altında tutar. Çevrede herhangi bir hayat belirtisi zor bulunur. 2-3 tekne dalgalarla sallanır durur. Yelkenler ve örtüler arasında bazan bir sarık kendini gösterir. Limanda hiçbir bina, iskele veya rıhtım yoktur. Taş yığınları arasında biter çalılar, otlar müreffeh bir geçmişin kalıntılarını da örter. Baf’ın refahlı günleri iki bin yıl önceydi. (…) Kalenin en yüksek yerindeki bir direkte İngiliz bayrağı vardır. (…)
Bir- birbuçuk mil kadar içerde hurma kümeleri görürsünüz ki onların altında bazı evcil ve duvarlar göze çarpar. Her ev beyaz badanalıdır ve kendi bahçesinin içinde yapılmıştır. Hurma ağaçlarının oluşturduğu küme, kentin Müslüman mahallesini gösterir. Buranın biraz daha ötesinde, sol tarafa doğru üzerinde kahverengi evciklerin sıralandığı bir tümsek arazi görürsünüz. Bu tümsek karma Ktima (Kasaba – HMG) köyüdür ki Hristiyanlar burada yaşar.
Yeni gelenler olarak biz İngilizler çadırlarımızı bu hurma ağaçlarının altına kurduk. Barakalarımızı ve hastanelerimizi de buralarda kuracağız. Bir kural olarak Müslüman mahalleleri temizdir ve çevrelerinde açık alanlar bulunur. Kamp yeri seçerken, kendimizi genellikle Müslümanların yanına gitmiş buluyoruz: Onlardan daha çok hoşlandığımızdan değil de bize ters düşmeyen kimi adetleri olduğundandır bu. Müslümanlar temiz havayı severler, evlerini birbirinden ayrı inşa etmekten her evin kendi ağaçlarının gölgesinde bulunmasından, her bahçenin ötekisinden bir çit ile ayrılmasından hoşlanırlar. Onlar bahçe kapılarını ve ev saçaklarını boyarlar ve kendi su kuyularını kendi bahçelerinde açmayı tercih ederler.
Yüzbaşı Wauchope Kaza Komiseri olarak geldiğinde yerli halkla arasında herhangi bir olay çıkmamıştı. Kaymakam makamını vermiş, çıkmamış maaşlarını ödenmiş ve ilçesiyle kırbacını devretmişti. Hiçbir kimse çıkıp da niçin, neden geldiğimizi veya kimler olduğumuzu sormamıştı. (…) Biz bu ülkenin sahibi diye gelmişiz ve de sahibi olarak da kalacağız.
İngilizlerin Baf’ta ilk eylemlerinden birinin, Türk mahkemesince idama mahkum edilen lakin yıllardır asılmayan bir katili Lefkoşa’dan getirip arkadaşları, tanıdıkları ve hemşerilerinin inanmaz gözleri önünde asmak olduğunu kaydeden Dixon “Hurma ağaçları arasında çadırlarımızı kurduğumuz günden itibaren Baf’ta herhangi bir ağır suç işlenmemiştir. Alkollü içki kullanımı yaygın olmadığından bira veya konyakdan doğan olaylar burada bilinmez” diye ekler sözlerine…
***
W.H.Dixon daha sonra Limasol’u anlatır bizlere. İngilizlerin gelişiyle Limasol’da yaşamın değiştiğini vurgulayan Dixon şunları söyler Limasol için:
“Limasol kenti ve limanı, bir Doğu büyüsünün sahnelerini andıran bir değişikliğe uğramıştır. Kent, bir devriye gemisiyle gelen ve beraberinde bir garnizon ve personel getiren Albay Warren tarafından istila edilmişti. Warren’nin garnizonu bir yardımcı komiser, personeliyse sekreteri ve bir de tercümandı. Onlar belediye başkanı ve kaymakamı bir kenara ittiler ve bunların kentine el koydular. Warren kaymakamın görevlerini ve kırbacını üstlendi. Albay güç sahibi olduğunu göstermeye hiç de zahmet çekmedi. Hükümet Konağı ve kaleyi terk ederek gidip deniz kıyısında küçük bir ev kiraladı, mevcut 7 zaptiyeyi maaşa bağladı, bir ahır yapmaya ve evinin çevresindeki kıyıyı temizlemeye koyuldu. Beraberinde ne asker, ne gemi ne de top getirmişti. Tek silahı kırbacıydı ve bu şekilde sokaklar önünde eğildi, onun varlığı ve üniforması her şeye yeterdi.
(…) Limasol eski ve ünlü bir limandır. Arkasında verimli bir hinterland vardır. Deniz boyunca uzanan bir ova, dağ nahiyelerine dek yayılır. Bu düzlük ve alçacık tepelerde çok sayıda harup ve ardıçlar vardır. Ne var ki yörenin en büyük ürünü bağlardan sağlanır. Limasol şarap limanıdır. Zeytin ve harup da ihraç edilir ve tüccarlar bol miktarda tuz da yollarlar, ne var ki her tepeyi dolduran bağ ve meyve ticaretin temelini oluşturur. Meyve, şarap ve tuz Limasol’a refah getirmiştir.
Ne bir iskele, ne de bir çıkış yeri henüz inşa edilmedi, çünkü bu tür işler çok para ister ve biz Limasol’un bütçesinde bir kuruş bile bulmadık büyük işler varsın bekleyedursun, az zaman ve daha az paraya mal olan işlerse çabucak gerçekleştirilmiştir. Kıyı pislikten arındırılmıştır. Artık kumsalda rahatça yürüyebilirsiniz. Sokaklar temizlenmiş olup her gün sulanmaktadır. Kıyı yolunun arkasındaki bir Ortodoks kilisesi temizlenip kireçle badana ettirilmiştir. Camiler asla kirli değillerdi. Lakin avlularının temizliği bazen ihmale uğrar. Onların da temizliğini sağladık.”
Dixon, Limasol’un ilk Kaza Komiseri olan Albay Warren ile bir sohbetten sonra, onunla beraber kenti dolaşmaya çıkar. Yola çıkmazdan önce Warren ona “Mahmuzlarını tak, kırbacını da eline al” tembihinde bulunur! Dixon şöyle sürdürür anlatımını: “Sahipliğimizin simgesi olan mahmuz ve kırbaçla silahlanmış olarak, sokağa adımımızı attık. Yol arkadaşımı her el selamlıyor, her göğüs istavroz çıkarıyordu. O selamlara karşılık verirken kırbacını görünür vaziyette tutmağa devam ediyordu.”
Yolda Warren’in atadığı yeni “Belediye Başkanı”na rastlarlar. Warren halkın seçtiği eski başkanı faizci olduğu ve sık sık borçluların evlerine ve tarlalarına el koyduğu için görevden uzaklaştırmıştır. Her kiminle olursa olsun çalışabilirim. Ama elindeki borç ve ipotek senetleri dışında hiçbir şeyi temsil etmeyen o adamla asla çalışamazdım. Böylece, oy sahiplerini korumak için onların oylarını bir kenara itmek zorunda kaldım” der Warren bu konuda. Dixon’un bu hususta yorumu şöyle olur; “Kişi bu sözlerden acı duyar, ama olayın tüm ayrıntılarını öğrenince bu reformcunun yapacağı başka bir şey olmadığına kanaat getirir. Bu insanlar özgürlüğe layık değillerdir ve her şeyden önce eğitilmelidirler.”
Bir bütün olarak alındığında Limasol evlerinin Kıbrıs’ın diğer yerlerindeki evlerden daha iyi inşa edilmiş ve daha iyi donatılıp döşenmiş olduklarına dikkati çeken Dixon son olarak Limasol hapishanesini ziyaret eder Komiserle. Hapishane, hükümet konağındaki iki odadan oluşmaktadır. Birinde erkek, diğerinde de kadın mahkumlar kalmaktadır. Hapishanede 12 mahkum vardır. Bunlardan biri yaşlı bir Rum papazdır. Bu papaz senetli şahitli borcunu ödemediği için hapsedilmişti.
Limasol bahsini Dixon hapishane konusundaki şu satırlarla bağlar: “Bir papazın katillerle birlikte hapsedilmesini görmek hiç de hoş değildir. Ne yapalım ki Limasol Hükümet Konağında hapishane sadece iki odadır. Biri erkekler, biri de kadınlar için. Suç işlenmesi o denli azdır ki daha büyük bir hapishaneye ihtiyaç duyulmamış. İngiltere’de o kadar çok suç işlenir ki biz ağır suçluları ayırıp sınıflandırabiliyor ve her azılı için ayrı bir hücre inşa ediyoruz. Buradaysa hapishane ortak bir köy mandrası gibidir. Tümüne de tek bir oda. Limasol yeterince uygarlaşınca bol miktarda suçlarla karşı karşıya kalabiliriz. İşte o zaman burada da örnek bir zindan inşasına mecbur kalırız artık.”
Limasol’u 1879 Martında ziyaret eden Mrs. Scott Stevenson’un izlenimleriyse kısaca şöyledir:
“Limasol geniş bir körfezin ortasındaki kıyıda kuruludur ve iyi ekilmiş bir düzlükle çevrilidir. Bu düzlük de yer yer zeytin ve harup ağaçları vardır. Kentin binalarının çoğu kerpiçten, bazılarıysa taştan yapılmış ve oldukça temizdir. Ne var ki Larnaka ve Lefkoşa’ya göre nüfus hayli azdır ve sokakları da dükkanları da çıplak ve boşmuş izlenimi var. Türk mahallesi, Kıbrıs kentlerinde pek görülmemiş bir şey olarak bir dere ile Hristiyan mahallesinden ayrılmıştır.
(…) Limasol’da iki dükkandan biri galiba tütüncü dükkanıdır. Bunlardan bir tanesine merak edip gittim. Sigara içen tanıdıklarımın bu ziyarette yanımda olmalarını ne kadar isterdim!
Takiben 20 kişi uzun bir odanın içinde yere çömelmişler, çalışıyorlardı. Bazı kadınlar Selanik’ten gelen tütün balyalarından yaprak çıkarıyordu. Diğerleri de sigaraların konması için pembe karton kutular yapmaktaydı. Bazı kızlar da pis görünümlü bir toprak kaptaki tutkala hükümet ibanrollarını sürüp bunları kutulara yapıştırıyordu. Bir bölük adam bir köşedeki kesme makinesinin başındaydı, bu esnada iki tanesi de bazı bıçakları biliyorlardı. Son olarak odanın bir köşesinde belirli aralıklarla garip bir sesin geldiğini duyarak o tarafa döndük ve en önemli işi yapanı böylece keşfettik. Öyle anlaşılıyordu ki balyalardaki tütün yaprakları o kadar kuruydu ki kıyılmazdan evvel profesyonel bir “püskürtücü” tarafından nemlendirilmeliydi. Bu adamın işi sadece buydu. Gevşetilmiş vaziyetteki tütün yapraklarının oluşturduğu yığınlar önüne gelir ve elindeki teneke maşrapadan ağzına su doldurur, sonra da bütün gücüyle dişlerinin arasından bu suyu ince bir yağmur gibi onların üzerine püskürtürdü. Ağzı boşanır boşanmaz tekrar doldurur ve bu işlemi yinelerdi (…)”
Limasol yöresinde kadınlar yalnız sigara atölyelerinde değil yol yapımında da çalışıyorlar. Nitekim Limasol’dan Trodosa giderlerken Scoot Stevensonlar yeni yapılmakta olan Troodos yolunda erkeklerin yanı sıra kadın ve erkek çocukların da çalıştıklarını görürler. Erkek işçiler günde 1 şilin, kadınlar 9 penny, çocuklarsa 6 penny alıyorlardı. Takriben bin kişi kadar vardı çalışanlar ve her 100 kişilik grubun başında eli kırbaçlı bir işçi başı, işi biraz ağırdan alanlara kırbaçlarını sallayıp “Haydi, haydi” diye bağırmaktaydı.