1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İnsan Hakları Konuşmak
İnsan Hakları Konuşmak

İnsan Hakları Konuşmak

İnsan Hakları Konuşmak

A+A-


Mertkan Hamit
[email protected]

Suriye savaşının içerdeki yapılar arasında bir mesele olmaktan çıkıp, uluslararası bir nitelik kazanmasıyla birlikte insanların savaşa yaklaşım biçimi ve kamusal algıdaki hassasiyetler de biçim değiştirdi. Göründüğü kadarıyla, kamusal olarak, bölgedeki huzursuzluk artık Suriye’nin bir meselesi olarak anlaşılmıyor. Olan biteni bir coğrafyaya izole ederek okumak artık mümkün değil. Telaş ve korku yerine, ne yaptığını bildiğini göstermeye çalışan müdahil devletler de, bölgenin civarına ziyaretlerini sürdürüyor.

Daeş’a (İslam Devleti, İŞİD) karşı gerçekleştirildiği söylenen müdahaleler sırasında, “geçerken uğrayan” BM Güvenlik Konseyi üye devlet başkanlarının Kıbrıs ziyaretleri, bir anda Kıbrıs’ı dünyanın merkeziymiş gibi göstermiş olabilir. Ancak bundan çok medet ummamak gerek diye düşünüyorum. Öyle ki, geçerken uğrayan, Kıbrıslı liderlerle “iki kelam bir fotoğraf” geleneğini sürdürenler, çözerseniz Akdeniz’in örnek bir “barış” adası olacağını dile getiriyor. Aynı “barış” adasının içine yedirilmiş “egemen” üslerin ise, adından başka hiçbir şey bilmediğimiz bir ülkenin, dertlerini ve dillerini anlamadığımız insanlarını öldürecek olan makinelerine ev sahipliği yapıyor olmasını ise en iyi açıklayan kelime “çelişki” olmalı.

Bir taraftan Orta Doğu’nun en gaddar unsuru ile en gaddar biçimlerde mücadele verilirken, ülkemizin 150 yıl sonra yeniden batmayan bir uçak gemisi olarak değere binmesi, bundan ötürü geleceğe dair bir şey kotaracağımızı umuyor olmak, belki pragmatist sağ için anlaşılır bir mesele olabilir. Eleştirel düşünen, kendini solda ifade edenlerin durumu bu şekilde anlaması veya anlatmaya çalışması, kariyer isteyenler için değil ama siyasi bir oluş olarak solun iflasına işaret ediyor.

İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi tarihselliğini hiç düşünmeden, daha çok bir marka tanıtımı gibi ortaya konulan değerleri konuşmak, bugün her şeyden daha kolay görünmektedir. Ancak cümle içinde kullanmaktan çekinmediğimiz ve siyasette evrensel bir norm olarak gördüğümüz bu kelimelerin çelişkileri kriz durumlarında daha bariz bir hal almaktadır.

Bu noktadan itibaren, özellikle eleştirel bir açıdan “insan hakları konuşmak” ile “insan hakları tartışmak” üzerine bir ayrım yapıp, meseleyi kuramsal olarak ele almayı hedefliyorum.

Elbette, insan hakları konusu da her konu gibi kendi tarihselliği içinde ele alınmalıdır ama tarihine sıkışıp kalan bu adada, tarihin ötesinde düşünememek var olan kısır döngünün içinde kaybolma riskini de arttırıyor. Özellikle de alternatif düşünme iddiasında olan sol için bu çok daha öncelikli bir kaygıyı ortaya koyuyor. Sıkışma hali, kimi zaman müzakere masasında tıkanıklar olarak ortaya çıkıyor kimi zaman da bir hak talebi ortaya konulan bir eylem sırasında…

İnsan haklarına dair talepler kulağa her ne kadar hoş gelirse gelsin ana akım olmaktan kurtulamıyor. Öyle ki, “kızıl” sendika ile “sarı” sendika arasındaki ücret pazarlığı, toplu iş sözleşmesi gibi konularda dile getirilenlerin ideolojik duruş açısından anlamlandırmak gittikçe güçleşiyor.

On yıllardır 10 Aralık evrensel insan hakları günü olarak kutlanıyor. Bu adada veya bu coğrafyada sıklıkla insan hakları konuşuluyor. İnsan hakları adına talepler, insan hakları için savaşlar yapılıyor.

İnsan haklarının ilerletilmesi hedeflenerek, savaşın ve zulmün yöntem olarak kullanılması bile insan haklarına dair eleştirel bir duruş oluşturmak için yeterli bir alan sağlayabilir. İnsan hakları konuşanların, bazı insanların haklarının öteki insanlardan daha önemli olduğuna dair söylemleri de yine örnek olarak verilebilir. Bunlar insan haklarına dair eleştirel noktalar olsa da, sol popülizmin ötesine geçecek biçimde insan hakları tartış(a)mamış olmanın yarattığı boşluğu doldurabilme olanağını yaratmaz.

Kavramsal açıdan da insan haklarının öznesi olan ve otuz maddelik bir bildirge ile bunu tanımladığını düşünen modern anlayışı da eleştirmek kaçınılmazdır. Hem Marksist hem de liberal yaklaşalımlar, insan haklarının öznesi olan “insana” dönük herhangi bir sorun ortaya koyamamıştır. Marks, Yahudi Sorunu isimli makalesinde haklar üzerine tartışırken, “devletin de dayanağı ve önkoşulu” olarak sunar, eleştirel olarak meseleyi “egoist insanın, öteki insanlardan ve topluluktan kopartılmış insanın hakları” biçiminde ele almayı tercih eder. (Yahudi Sorunu, 1997 s.39) Liberal anlayış ise, insan haklarını genelleştirip, iyi toplumun esası olarak ortaya koyar.

Modern anlayışın tatmin edici cevaplar veremediği için, insan hakları konuşmak yerine insan hakları kuramının öznesi olan insan üzerine geliştirdiği anlayışı radikal bir açıdan eleştirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. İnsan haklarına dönük eleştirel tartışmalarda, insan vurgusu yapılırken, akla gelenin beyaz, heteroseksüel, erkek ve Avrupalı bir insan olduğu çokça dile getirilmektedir. Ancak verili olarak kabul ettiğimiz ortak insan doğasının “varlığı” yeteri kadar sorgulanmamıştır.

Aydınlanmacı düşüncenin iki ismi Locke ve Hobbes insan doğasını tartışırken, genelleyerek bir cevap aramaya çalışır. Hobbes ve Locke’un insan doğasına dair tümden iyi veya tümden kötü yaklaşımlarının yorumunun etkisi ana akım insan hakları kuramının da temel anlayışını temsil eder. Ancak ana akımın ötesinde bir tartışmayı insan hakları bağlamında ileriye taşımak, yani tümden iyi veya tümden kötü bir insan doğasının ötesinde düşünmek gereklidir.

Özetle bu noktadan itibaren, hedefim insan hakları ile vurgulanan “evrensel insanı” tartışırken, insan-ötesi (post-human) düşünmek ya da insan-karşıtı (anti-human) düşünerek verili anlayışın sınırlarını zorlamayı denemekten ibarettir. 

Mesela, Ben Golder insan-karşıtı düşünerek vurgulanan “evrensel insanı” kavrayabilmenin mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Golder, Foucault’nun hukuk ve özellikle de insan hakları üzerinde ne düşündüğünü yeniden ele alarak, evrensel insanın, evrensel olabilmesindeki esas şartın onun “ahlaki üstünlüğü” olduğunu söyleyip, “ahlaki üstünlükten” kaynaklanan “evrenselliğini” merkeze alarak yapı bozumuna uğratıyor. Bir taraftan, ahlaki üstünlük ön koşulu olmadığı zaman, insan haklarının gerçekten meşru bir dayanağının olup olmadığını sorguluyor. İnsan haklarına tanrısal bir nitelik yüklemeden, onun evrenselliğini ölçmek adına belirlediği bu yaklaşımla, insan haklarını reddetmiyor. Ancak insan haklarının “evrensel insan” kurgusu üzerinde oluşturduğu mitik imgenin ortaya çıkmasına da yardımcı oluyor. Başka bir deyişle, evrensel insanın sınırlarının iktidar ağı üzerinden oluştuğunu ortaya koyarken, iktidar ağının sınırları hakların sınırının da oluşmasında rol oynadığını vurguluyor. Halbuki, bugün ortaya koyamayacağımız ama bir gün özgürlük olarak tanımlama ihtiyacı duyacağımız şeylerin sınırlandırılmasının evrensel ile çelişkisini ortaya koyuyor.

Teoriyi biraz da güncel ile birleştirecek olursak, Suriye’deki olaylar sonrasında ortaya çıkan Daeş ve Daeş’ın gün geçtikçe daha örgütlü bir yapı olarak karşımıza çıkışı bu varsayımın olumsuz bir anlamda doğrulamaktadır. Zaman ile birlikte gelişen, daha da mükemmel bir hal alacağı var sayılırken, “evrensel insanın ahlaki üstünlüğünün” kendi kendiyle çeliştiği noktaya ulaşmaktayız.

Bir tarafta Daeş’ın akıl almaz biçimde sergilediği şiddet, diğer tarafta buna karşı verilen eş derecede acımasız tepkinin niteliği insana özgü “ahlaki üstünlük” meselesinin, doğal olarak da “evrensel insanın” ve onun haklarının meşruluğunu yeniden sorgulamayı mümkün kılıyor. 

İster Rusya, ister koalisyon güçleri, Deas’ı şeytanlaştırarak uyguladığı müdahalelerde insan haklarını konuşsa da, esas mesele insanın ya da insan doğasında var sayılan “ahlaki üstünlüğün” modern aklın sınırlarıyla açıklamanın artık meşru bir zemine sahip olmamasıdır.

İnsan haklarını ve insan hakları ihlallerini konuşurken, verili olarak kabul ettiğimiz çoğu noktanın ya da “ortak akıl” olarak düşündüğümüz varsayımların yapı bozumuna uğratılması gereklidir. Bunları teorik bir safsata veya post-modern bir “sapma” olarak görecek olanlar olabilir. Düşünceyi yeniden kurmak Suriye’deki savaşı durduramaz, Kıbrıs sorununu da çözemez. Ancak, iflas eden ideolojik zeminin yeniden ele alınması, geleceği yeniden tesis ederken önemli bir rol oynayabilir…

 

Bu haber toplam 1959 defa okunmuştur
Gaile 347. Sayısı

Gaile 347. Sayısı