İnsan İnsanı Sevmez mi?
Başta meleklerimizin yaslı aileleri olmak üzere, hepimizin başı sağolsun...
Bilge Azgın
Konuk Yazar
Sekiz yaşındayım. Rahmetli dedem ile nenemin Yenicami mahallesindeki yemek sofrasında siyah radyodan Bayrak Radyosu’nu dinliyoruz. Ansızın haberlere ara veriliyor ve anons yapılıyor.
Samsunspor kaza yapmış, birçoğu ağır yaralı. Ölenler arasında “Mete Adanır” ismi de var! Mete Adanır o zamanlar Kıbrıs’ın yetiştirdiği ve Türkiye Süper Lig’inde oynayan yegane oyuncumuzdu. Nenemin sandelyesinden ayağa fırlayıp “gitti evladım” diye nasıl keder dolu yüreğinden kopan o çığlık, o ses tonunun nasıl oturduğumuz bodrum katında yankılandığı hala kulaklarımda çınlıyor. Nenem hemen tansiyon haplarını (30 yaşından beri hep tansiyon ve kalp hastasıydı) içtikten sonra yukarı kata çıkıp yatıyor. Annem hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
Daha 8 yaşında olan bir çocuk olarak, insanların neden bu hayatta bu denli acı çekip feryat figan ettiklerini anlayamıyorum. Daha hayatın travmaları kalbimi ve zihnimi ele geçirmemiş diye şaşkın şaşkın bakıp “neden böyle?” diye kendi kendime soruyorum. Ölüm ne demek? Bu acı neden? Nenem neden beni sevmek yerine bu denli sinir krizi geçirip çığlık atıp kaçıyor anlamıyorum.
O yüzden bu faciada ailelerin, akrabaların ve tüm toplumun şu anda içinde olduğu ızdırabı 40 yaşını geçmiş ve bir yetişkin olma yolunda ilerlemeye çalışan bir insan olarak kalbimde hissediyorum. Meleklerimizi hiç unutmayacağız. Yaslı ailelerine her zaman elimizden ne gelirse maddi ve manevi destek vereceğiz.
Ve Türkeş’in doğup büyüdüğü sokakta çocukluğumu geçirmiş biri olarak, Mete abimin ölümünün ardından Kıbrıslı Türkler’in yetiştirdiği bir başka değer olan Şeyh Nazım ismini duymaya başlıyorum. Şeyh Nazım’ın çevresi, evlat travması ile aylarca ve yıllarca sarsılan Alpay dayım ve Nesrin yengemin (ikisine de Allah rahmet eylesin) evine girip çıkmaya başlıyorlar. Seküler bir aileden geldiğim için (Doktor Fazıl Küçük ve Denktaş gibi seküler liderleri olan bir toplumun ferdi olarak), takke ve cübbe beni korkutuyor. Arapça dua okuyan ve ürkütücü kıyafetler giyen bu insanları aklım kabullenemiyor. Çocuk yaşımda Şeyh Nazım’ın basit bir din adamı olmadığını, ailesinin (anne ve babası) Mevlevi ve Kadiri geleneğinden geldiğini ardından Türkiye’de Nakşibendi geleneğiyle yoğrulduğunu nereden bilebilirdim ki?! İslam’ın altın çağı diye adlandırılan dönemlerde (800-1300 yılları arası) yazılan külliyatın irfanını ve bilgeliğini o yaşlarda nasıl bilebilirdim? Ben günümüzde tek taraflı ve siyah-beyaz yapılan “Batı Aydınlanması mı yoksa İslam Aydınlanması mı daha iyidir” tartışmalarını gereksiz buluyorum. Çünkü bizim gibi seküler ve dindar insanların bir arada yaşadığı toplumlarda ikisinin de gerekli olduğunu ve insani değerler boyutunda birbirleriyle sentezlenmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Ancak iki psiko-terapi eğitiminden geçmiş biri olarak ve de kıyaslamalı dinler üzerine son 5 yıldır universitede dersler vermiş biri olarak, Budizm ilhamlı Öz-Şefkat psiko-terapileri ile Sufi (İslam) ilhamlı psiko-terapilerini yabana atmayın derim. Dalganızı geçerseniz de umarım bu yaşadığınız hayatta, bu terapilere ihtiyaç duyacak seviyede travma yaşamazsınız! Rahmetli Denktaş da evladını kaybedince, 1 ay boyunca mezarına gidip dua okumuş ve oğluna Yasin okuması için Şeyh Nazım’ı saraya davet etmişti.
Şu anda yaşadığımız olaylar ile Mete abimin ölümü veya rahmetli Raif abimin ölümünü bir tutmuyorum. Bu yaşadığımız olaylarda doğal afetin yanında ağır ihmal ve denetimsizlik olduğu apaçık meydanda. Yani bu deprem sonucunda 30-40 bin değil 5 bin kişi yaşamını yitirebilirdi. Kıbrıs Türk toplumunun (Erdoğan iktidarını sert eleştirenler dahil) tek arzusu Türkiye’de daha az yaşam kaybı olmasıydı. 1999 depreminde de olmadı. Şimdi de olmadı. Bundan sonra olur mu? Türkiye’nin hem iktidar hükümetlerine hem de muhalefetteki partilere bağlı. Ama Türkiye’nin tarihsel sosyo-ekonomik yapısı, ekonomi-siyaset ilişkileri şartlarına baktığımızda ağır ihmal ve denetimsizliği asgari seviyeye indirme işi hiç de kolay olmayacak gibi görünüyor.
Mimar Mühendisler Odası ve diğer Sivil Toplum Örgütlerinin depremin ilk günü yaptıkları açıklama gerçekten çok düşünceli ve duygusaldı. Mimarlar ve Mühendisler Odası ve Kıbrıslı Türklerin önemli bir kesiminin denetim kalite kontrol noktasında neden ısrarcı olduklarını bu deprem felâketinden sonra umarım hem KKTC’deki hükümet, hem da Türkiye’deki iktidar tarafından daha iyi anlaşılır ve vicdanlı davranılır. Eğer ısrar edilirse, Kıbrıslı Türk toplumu ile Türkiye’nin her geçen gün azalan gönül bağları daha da gerilip kopma noktasına doğru ilerleyebilir. KKTC’deki siyasi iktidarlar malesef bu konuda yeterli hassasiyeti göstermiyorlar. Ancak eğer KKTC kardeş, dost veya yavru vatansa (siyasi görüşe göre isimler değişiyor), Türkiye hükümeti de ona göre uygun adımları takip etmeli. Evet insanlar, toplumlar, kurumlar veya milletler güç ile yönetilir ancak hepsini de bir araya getiren veya bir arada tutan gönül bağlarıdır. Her insan ilişkisinde olduğu gibi bir arada yaşayabilme de karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayanır. Siyasi dünyada (sürekli hükümet muhalefet kutuplaşmalarının sürgit ettiği) sevgi, saygı ve güven istenilen seviyede olmasa da, bunun tamamen yok olmaması için karşılıklı çaba sarfetmek her insanın boynunun borcudur. Bu çaba inançlı insanlar için de elzemdir, zira kulluk fıtratında da sevgi, saygı ve güven elzemdir.
Depremin ilk gününde, 10 il yıkılmışken “bu bir kader değildir” diye yorum yapan kardeşlerim. Bir sabah uyandığınızda, Beşparmakların yarılmış olduğunu görseydiniz ne yapardınız? Türkiye malesef bu denli büyük bir doğal afet yaşadı (dağ tepelerinin dahi nasıl yırtıldığını görmüşsünüzdür). Türkiye, bu alanda Japonya veya Şili gibi donanımlı olsa çok daha az insan ölecekti elbette. Camilerdeki malzemeden dahi çalmış olmalılar ki maket gibi döküldüler. Burdaki konu kesinlikle ihmali veya denetimsizliği küçümsemek değil. Ama Beş Parmakların yarılmış olduğunu görseydiniz ve binlerce insan enkaz altındayken, Türkiye’deki insanlar size tavsiye veya akıl verseydi ne hissederdiniz? Karşılıklı sevgi, saygı ve güven büyük birader-küçük birader, iki eşit insan, veya ana-yavru ilişkilerinde zor olsa da bir yerden başlamalı. Umarım Türkiye iktidarı özellikle Mimar Mühendisler Odası’na olan bakış açısını değiştirmeyi başarabilir. Eğer değiştiremezse, Kıbrıslı Türkler geçmişte birçok kez olduğu gibi kendilerini sahipsiz, horlanmış, ve suistimal edilmiş hissetmeye devam edecekler. İnsanların yıllardır açılmış yaralarını deşmek, o insanları cemalden (Allah’ın güzelliği) daha da yoksunlaştırır. Bu durum sadece hükümette olan partiler için değil, muhalefette olan partiler için de geçerlidir.
Bugüne kadar hemen hemen her İstanbul’a gittiğimde bir taksici mutlaka çıkar bana “Kıbrıslı mısın?” diye sorardı. “Yaa” derkenden de canı sıkkın şekilde şu yorumu yapardı: “Siz Kıbrıslı Türkler bizi sevmiyorsunuz!” Ben de biraz şaşkınlıkla, Kıbrıslı Türkler’in sıkıntılarını anlatmaya çalışırdım. Ne kadar da anlatsanız, bir şey değişmezdi. Geçen yaz Antakya’ya gittiğimde, oradaki her insanın Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları çok sevdiklerini bizzat gördüm. Hatta bir esnaf şivemden hemen anlayıp su için para almadı ve kalpten “Kıbrıs’a sevgi ve selam” dedi. Bu deneyim bana çok şey öğretti. Çünkü şunu anladım. İstanbul’daki taksiciler Kıbrıs’ı hiç görmediler. İnsanı tanımadan gazeteleri veya siyasi analizleri okuyup durdular ya da kulaktan dolma bilgilere sahiptiler. Hatay’daki insanlar ise tam tersine ya akrabalarından ya da öğrencilerinden dolayı Kıbrıs’a geldiler ve Kıbrıslı Türkleri tanımışlar.
E hal böyle olunca insan insanı sevmez mi?
Zeka ve bilgi şeytanda da var. Ama işte şeytanın sevgisi yok. İnsanın var!
İnsanın sevgisi azaldıkça “akıl ve vicdan” da azalır.
Bu ister iç siyaset sol-sağ (laik-dindar vs) kutuplaşmasında olur, isterse iki bölgeye bölünen Kıbrıslı Türk-Rum kutuplaşmasında, veya Kıbrıslı Türk-Türkiye kutuplaşmasında. Karşılıklı kutuplaşma, her zaman, insanlar arası “akıl ve vicdanı” azaltır.
Kıbrıslı Rumlar’ın 1974’te yaşadığı acılar için tek taraflı “ortak acımız” diyebilen Kıbrıslı Türkler’in (Kıbrıslı Rumlar’ın bugüne kadar 1963 yılında yaptıkları Anayasal hak gasbı için “ortak acımız” dediğini veya diyebildiğini hiç duymadım…Hatta bu yaptıkları hak gasbının hala bugün daha gayet doğal ve haklı olduğunu iddia ederler buna AKEL de dahildir!), Türkiye de milyonlarca insanın çektiği bu büyük acıyla kalbi sonuna kadar açık ortak olur.
Başta meleklerimizin yaslı aileleri olmak üzere, hepimizin başı sağolsun.