1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İnsan Onuru ve Kıbrıs’ta Çözüm Arayışları
İnsan Onuru ve Kıbrıs’ta Çözüm Arayışları

İnsan Onuru ve Kıbrıs’ta Çözüm Arayışları

İnsan Onuru ve Kıbrıs’ta Çözüm Arayışları

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
[email protected]


Günümüzde insan onuru bütün hakların ebesi sayılıyor. Nitekim BM Genel Kurulunda 1966 yılında insan hakları genişletilerek ekonomik, sosyal, kültürel haklar da sözleşmeye dahil edildiğinde, bu hakların “insanın kişiliğine içkin olan insan onurundan kaynaklandığı” belirtilmişti. Almanya Temel Yasasının (Anayasanın) birinci maddesi de “insan onuru dokunulmazdır” diyor ve İnsan onurunun çiğnenmesi kesinlikle suç sayılıyor.

Sadece hukuk açısından değil, Etik ve Ahlak açılarından da bu böyledir. İnsanların onurunu ayaklar altına alan davranışlar lanetleniyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde “insan ailesinin bütün üyelerine içkin onurdan” söz ediliyor. Bazı ülkelerde onur sözcüğü sadece insanlarla sınırlı tutulmuyor. Örneğin İsviçre Anayasasında hayvanların, mikro organizmaların ve bitkilerin onurundan da bahsediliyor. Kısacası, insan onuru hem insan haklarına, hem anayasalara, hem de etiğe kaynaklık ediyor.

Durum böyle olunca, “İnsan Onuru” kavramını tanımlamak son derece önemli oluyor.

Kavramın tarihsel gelişimine baktığımız zaman onurun her zaman “insana içkin” sayılmadığını, daha çok durumsallığa bağlı olduğunu görürüz. Eski-Yunan’da onur “aksioma” kavramı ile iç içeydi. “Aksioma” ise takdir, şöhret, itibar ve değer gibi yetenek ve konum içeren bir kavramdı ve her insana içkin olan bir özellik sayılmazdı. Stoacılar, aksioma/onur kavramını akıl ile bağdaştırarak aklını kullanma yeteneği gösterip arzu, tutku ve hırslarına mesafe koyabilen her insanın onurlu olduğunu ileri sürdüler.

Cicero, Eski Yunan’da kullanılan “aksioma” kavramını Latinceye onur anlamına gelen “dignitas” olarak çevirdi ve Stoacılara katılarak onurun insanların konumlarından değil, akıllarını kullanma yeteneklerinden kaynaklandığını iddia etti. Fakat onurlu insanın onuru “ihya etmesi” şarttı. Aksi halde onurunu kaybedebilirdi. Onurlu davranmak ise insanın kozmostaki yeri ve çapına göre yaşaması, tutumlu, mütevazı olması ve dünyevi zevkler peşinde koşmaması anlamına geliyordu. Cicero’ya göre böyle davranmayanlar onurlarını kaybedebilirlerdi.

Hristiyanlık öğretisinde ise onur Tanrı’nın insanlara bağışladığı bir özellikti. Bu anlamda insana içkindi denebilir. Fakat insanlar onurunu Tanrı’nın hükmüne uydukları sürece koruyabilirlerdi.

Thomas von Aquin, insanın onurlu olmasını “irade özgürlüğüne” ve iyi ile kötü arasında ayırım yapabilmesine bağlıyordu. Bazı orta çağ düşünürleri de onur kavramını özgürce karar verme iradesine dayandırıyorlardı. Fakat burada önemli olan, ille de kötü ve iyi arasında bir ayırım yapmak değil, karar verme iradesi sergilemekti.

Görüleceği gibi, modern zamanlara kadar onur insana içkin bir durum olarak değil, duruma bağlı olarak elde edilebilen veya kaybedilebilen bir statü olarak anlaşılıyordu.

Onuru koşulsuz olarak insana içkin ve çok önemli bir hak olarak değerlendiren ilk düşünür İmmanuel Kant oldu. Kant’a göre onur her insanın hakkıydı ve bu da ifadesini insanı bir araç olarak değil, kendi başına amaç olarak görmeyi gerekli kılıyordu. İnsan hiç bir şartta bir nesneye indirgenemezdi ve mutlak surette bir özne olarak görülmeli ve haklarla donatılmalıydı.

Modern dünyada pre-modern dünyadan farklı olarak onur belli koşullarda elde edilen veya kaybedilen bir veri olmaktan çıkarak insan olmanın ayrılmaz bir parçası sayılmaya başladı. Cinsiyet, renk, ırk, vatandaşlık ayırımı yapılmazken her insanın onur-hakkı olduğu ön plana çıktı. İkinci Dünya Savaşından sonra faşizmin yıkıcı mirasından hareketle, devletler insan onurunun İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde (1948) yerini almasını kabul ettiler. Bundan böyle devlet erkini kullananların insanların onurunu çiğneyecek davranışlardan kaçınmaları siyasi ve hukuksal bir zorunluluk haline geldi ve insan onuru giderek bütün hakların ebesi sayıldı.

Kıbrıs Sorununun çözümü açısından insan onurunun ne anlamlara gelebileceğine değinmeden önce şunu belirtmekte yarar var: Kıbrıs’ta yaşanan etnik çatışma, savaş ve süregelen durum insan onurunu ayaklar altına aldı, almaya da devam ediyor. Uzun yıllara yayılan şiddet ve zor, insanları temel haklarından mahrum bıraktı ve insan onurunu çiğnedi. İnsanları zorla yerinden etmeler, tecavüzler, işkenceler, dolaşım ve yerleşim yasakları yaygın olarak uygulandı. Halen şiddetin belirlediği bir ortamda yaşıyoruz.

Kıbrıs Sorununu çözmek için ortaya konan çabalar genellikle “etnik duyarlılıklara” dayanıyor ve iki etnik grubun statüsü etrafında yoğunlaşıyor. Oysa Kıbrıs’ta kalıcı barışa erişmek için insan onurunu baş gailemiz yapmalıyız. Kıbrıslı Rum veya Kıbrıslı Türk olsun bulunacak çözümde kimsenin onurunun çiğnenmeyeceği bir hukuk düzeni ile etik anlayışına ihtiyacımız vardır. Bu da özgecilik ve diğerkâmlık gerektiriyor.

Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için geçmişten bir örnek vereyim.  1959 yılının başında ada bağımsızlığa doğru yol alırken R. R. Denktaş Türkiye Dışişleri bakanı Zorlu’ya varılacak anlaşmada yer almasını istediği taleplerini içeren bir liste sundu. Maksimalist olarak bilinen ve aslında öyle de olan Zorlu, listeye göz attıktan sonra Denktaş’a sert şekilde çıkıştı ve “Rumlar, Yunanlılar da bir millettir, onların da onuru vardır, ben bunları talep edemem” dedi.

Evet, çözüm için ileri sürdüğümüz, süreceğimiz talepleri ötekinin onurunu da gözeterek belirlemeliyiz. Ötekini nesne olarak değil özne olarak görmeliyiz. Onu zora dayalı ve kuvvetten kaynaklanan sınırlamalar içinde yaşamaya mahkûm etmemeliyiz. Kıbrıs’ta barış için son zamanlarda moda olan ötekinin “hassasiyetlerine” değinmek yeterli değildir. Önemli olan hak dağıtımının insan onuru temelinde yapılmasıdır. Unutulmamalıdır ki, insan onuru haklar ve imkânlarla ihya edilir.

Bu haber toplam 3906 defa okunmuştur
Gaile 393. Sayısı

Gaile 393. Sayısı