İnsan Tanrı’ya isterse inanır ama insana mecburdur
Aristoteles’ten beri şunu biliyoruz ki, insan toplumsal bir varlıktır ve bu özelliği onun insan olma doğasından kaynaklanıyor. Çünkü insan ancak başka insanlarla yan yana geldiği ortak bir alanda, örneğin Polis içinde (şehir devletinde), kendini bütünüyle gerçekleştirebilir. Tam da bu yüzden, Aristoteles için siyasi bir örgütlenme olarak Kent, aileden de bireyden de daha üstündür. Klasik Yunan düşüncesinde insanın siyasi örgütlenişi, merkezinde evin (oikia) ve ailenin yer aldığı doğal bir birlikten sadece farklı olmakla kalmaz, onunla doğrudan bir karşıtlık içine girer.
İnsanın siyasal bir hayvan olarak cemaat oluşturucu olmasının temelinde kendini gerçekleştirme kadar, yaralanabilir bir varlık olduğu gerçeği saklıdır. Hayvanlar alemi içinde ayrı bir yer işgal etmesinin bir nedeni de, akıl ve dil yoluyla doğru ve yanlışa, hakkaniyete ve haksızlığa dair düşünce üretmesidir.
Kuşkusuz, insanların bir araya geldiği siyasal düzen ile toplumsal alan homojen değildir. Farklı çıkarların, anlayışların ve taleplerin oluşturduğu bir mücadele alanıdır. Bu farklılıklar olmasaydı zaten politika olmazdı. Çünkü, politika tam da bu çokluktan türer. Hannah Arendt’in dediği gibi, “çoğulculuğu ortadan kaldırdığınızda, politika sona erer.”
Nikola Makyevelli ile Thomas Hobbes gibi düşünürler, yaralanabilir özneler olan bireylerin birbirleriyle sürekli mücadele içinde olduklarını ileri sürerler ve bunun “doğal durumun” bir yansıması olarak kabul ederler. Örneğin, Makyavelli bireylerin “doğal durum” olarak bencil ve çıkarcı olduklarından hareket ederek, Prens’e iktidarını perçinleyebilmesi için insanların zaaflarından yararlanmasını öneriyordu. Hobbes ise “insanın insanın kurdu” olduğu “doğal durumdan” söz ediyordu ve insanın başkaları tarafından yok edileceği korkusu içinde yaşadığını, bu yüzden de Toplumsal Sözleşme yoluyla egemenliğini bir otoriteye (Leviathan) devretmeyi kabul edebileceğini belirtiyordu. Açıkçası, Toplumsal Sözleşmenin ve liberal demokrasinin örgütlenmesinde korku faktörü etkili olmuştur.
Felsefede çığır açan Hegel, Makyavelli ve Hobbes’un saptamalarını aşan çok önemli düşünsel açılımlar yapar. Hegel’in anlayışında da insan topluluklarının yaşamında kavga ve antagonizm önemli yer tutar ama bu, Makyavelli ve Hobbes’un zannettiği gibi “doğal durumdan” kaynaklanmıyor. İnsanın “toplumsal bir hayvan” olmasından kaynaklanıyor. Yani vurgu, “doğal durumdan” “toplumsallığa” kaydırılıyor. Hegel’e göre, insanlar varlıklarını tek başlarını sürdüremezler, ancak eşit oldukları bir bütünün parçası oldukları zaman hayatta kalabilirler. İnsanın toplum oluşturucu bir varlık olması bundandır.
Hegel, bireylerin sadece yaralanma, maddi zarara uğrama, örneğin mülklerinin gasp edileceği korkusuyla davranmadıklarını, başlarına gelecek kötülüklerin ahlaki bir boyutu da olduğunu ileri sürer. Bireyin kişiliğinin yaralanmasından söz eder mesela. Çünkü başlarına gelen kötülüklerin varlıklarının tanınmadığı anlamına gelir. Örneğin, evinize giren bir hırsız sadece eşyalarınızı götürmez, bütün benliğinizi tehdit eder, onurunuzu çiğner.
Bu yüzden, Hegel için temel mesele, insanların birbirlerini karşılıklı olarak tanımalarıdır. Birey ancak başkası tarafından tanındığı zaman vardır. Kendi yeteneklerini ve özelliklerini ancak başkası tarafından tanındığı zaman fark eder. Kendisini başkası üzerinden, başkasının bakışı sayesinde tanıyabilir. Yani, insan ontolojik olarak insana mahkumdur. Toplumu yaratan olgulardan biri budur.
Toplumlar da özneler-arası-iletişim sonucunda oluşturulan ortak etik değerler üzerine kurulurlar. Bir toplumun üyeleri, birbirlerini tanıma yoluyla yaşamlarına yön veren etik bir alan oluştururlar. Kuşkusuz bu, hiç bitmeyen bir mücadele alanıdır da. Çünkü ortak noktaları yaralanabilir olmaları ve tanınmaya ihtiyaç duymaları olan bireylerin çıkarları farklıdır. Üstün olma, başkalarını sömürme ve hükmetme eğilimleri vardır.
İnsanın başkaları tarafından tanınmaya/onanmaya gereksinim duyması, onu sürekli olarak tanınma arayışı içinde olmaya iter. Bu yüzden, insan için başkalarının ne düşündüğü, “bizde” ne gördüğü varoluşsal bir olgudur.
Kısacası, tanınma ihtiyacı toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu da insanın başka insanlarla ilişkilerini düzenleyen temel faktörlerden biridir.
Yani, insan Tanrıya isterse inanır ama insana mecburdur...