“İnsan Ticareti” Söyleminin Bileşenleri: Yapımlar ve Çarpıtmalar (1)
“İnsan Ticareti” Söyleminin Bileşenleri: Yapımlar ve Çarpıtmalar (1)
Tegiye Birey
[email protected]
İnsan ticareti, transatlantik köle ticaretinin “yasaklanmasından” beri uzun yıllardır uluslararası alanda ele alınan ve üzerine devletlerin ve uluslararası kurumların politikalar ürettiği bir mevzudur. Bu yazının derdi, bu bağlamda yürütülen politikalara ve bunlara bağlı söylemlere mercek tutmaktır. Sıkı göç politikaları ve dolayısıyla devletler, mobil işçileri yaralayıcı rollerini nasıl örtbas ediyor, sözkonusu yaraların açılmasında büyük rolü olsa bile, nasıl kendisini bu yaraların iyileştiricisi olarak lanse edebiliyor? Peki toplumsal cinsiyet rolleri mobil işçilerin deneyimlerini ve ilgili politikaları nasıl şekillendiriyor?
Vatandaşolmayanın Hareketinin Politikası
Maastricht Anlaşması, malların, kapitalin, hizmetlerin ve insanların özgür dolaşımının evrenselliğinden bahsederken, çok vakit geçmeden bazı özgürlüklerin daha özgür ve bazı bölgelerin daha evrensel olduğu ortaya çıktı. Üçüncü dünya ülkelerinden gelen herkese kapılar kapandı demek, bu kapıların geçirgen yapısını inkar etmek olurdu; nitelikli işçiler, araştırmacılar, öğrenciler bu kapılardan geçebilirken, fakirleştirilmiş, Avrupalı olarak algılanmayan ve özellikle kadın olan kişilerin hareketleri, devletlerce zorlaştırılmaktadır (Hermann, 2006).
Wendy Brown, liberal devletlerin öznelliklerini sorun çözücü olarak sabitledikleri anlarda, soruna sebep olan konumunda algılanmalarını imkansızlaştırmaya çalıştıklarından bahseder (Brown,1995). Halbuki, devletler her zaman kendi dışında gelişmiş sorunların çözümünde objektif hakemler, iyileştiriciler değil, bizzat o yaraya sebebiyet veren, onu belirli amaçlar ışığında belirli söylemlerle tanımlayan, kendine meşru bir zemin yaratıp bu doğrultuda sözde iyileştirici olmak adına aslında fenomenin temel nedenine dokunmayan çözümler üreten ancak bu çözümlerin sonucunda başka amaçlarını gerçekleştiren bir organizasyon halini alabilirler (Bacchi, 1999).
Göç konusunda yukardaki niyetle sorulabilecek bir soru da bilindik “kaçak göçmen kime denir?” yerine, “tarihsel olarak “kaçak” kategorisi ne sebeple ve ne zaman yaratıldı?” olabilir (De Genova, 2002, p.419). Bir tarafta bilinçli bir şekilde kaynakları sömürülen, kalbinden vurulan, borçlara bağımlı kılınan coğrafyalar ve tam da bu coğrafyalardan gelen kişilerin sınırları aşan hareketlerini yine sömürü ekseninde düzenleyen devlet ve devlet üstü göç ve yabancı işçi politikaları, bir taraftan da bu kişileri ya “kaçak göçmen” kategorisinde suçlulaştıran ya da “kötü insanların eline düşmüş insan ticareti mağdurları” kategorisinde, devletin ve neoliberal politikaların insan ticareti yarasını açıcı rolünü örtbas eden, yaralandırıcı özne pozisyonunu “birkaç kötü insan” noktasında sabitleyen söylemler... Suçlu olan ya haddini aşıp daha iyi bir hayat arayan göçmen ya da kötü emellerine bilinçsiz insanları alet eden suçlu insan kaçakçısı veya taciri... Her iki söylemde de devletin ve neoliberal politikaların birincil yaralayıcı özelliğinin üzeri örtülmüştür.
Bu yolların çıkmazlığına ve aslında yaraların devamını sağlayıcı özelliklerine dönüp bakmak, Kıbrıs’ın kuzeyinde görece olarak yeni başlayan insan ticareti karşıtı hareketlenmeler için yararlı olabilir. Bahsi geçen şizofren düşünce şekli coğrafyamızda hat safhada; inşaat sektörü ve tarım sektöründe sömürülen insan ticareti mağdurlarından yetkililerin “haberinin olmamasına” imkan yok; tıpkı seks işçisi ve ev işçisi olarak sömürülen kişilerin varlığından haberinin olmamasına imkan olmadığı gibi...
Kıbrıs’ın kuzeyindeki Yabancıların Çalışma İzni Yasası’na baktığımızda, yabancı işçilerin Kıbrıs’ın kuzeyinde çalışmasının tek yolunun spesifik bir iş için vatandaş bir kişinin talip olmaması ve işverenlerin onlara ön izin çıkarması olduğunu görürüz. Burada yasanın verdiği en az iki mesaj var. Birincisi, yabancı işçiler, ki tabii ki bunlar yabancı yatırımcılar veya diğer üst sınıf yabancılar için çoğu zaman geçerli değildir, sadece vatandaşların arz oluşturmadığı alanlarda çalışabilir. Bu, başlı başına yabancılardan oluşan bir “sömürülenler” sınıfı yaratmanın yolunu açmaktadır. Çoğu yabancı işçi, eğer ülkesine geri dönemezse, sömürü koşullarına boyun eğmelidir çünkü çalışma izni onun ön iznini ödeyen işverene, en iyi şekilde de aynı sektörde kalmasına bağlıdır.
Bu da bizi ikinci noktaya, yani insan ticareti yasal tanımına getirmektedir. Çoğu işveren, ödedikleri ön izni ve yasal olarak yapmaları gereken diğer harcamaları işçininin borç hanesine yazmakta, ve işçiyi borçla bağlama yoluna gidilmektedir. Borca bağlama sadece bu sürecin başlangıcıdır; çoğu vakada işçilerin özgürlüğü kısıtlanmakta, işçiler barakalarda yaşamaya zorlanmakta, yerel halkla iletişimleri imkansızlaşmakta, çalışma saatleri sistematik olarak aşılmakta, güvenlikleri sağlanmamakta, sağlıkları ve hayatları tehlikeye atılmakta, ödemeleri eğer yapılırsa keyfi bir şekilde yapılmakta ve tek kişilik maaşa tüm aile fertleri, çocuklar dahil, çalıştırılmaktadır. İşyerlerini denetlemekte sorumlu devlet organları olmasına rağmen, bu yaraların kanamaya devam etmesi düşünürücüdür. “Ne yapalım, bu sektör böyle gelişti” diyerek yabancı işçilerin sömürüsünü ve ırkçılığı akıllarında ve söylemlerinde sıradanlaştıran işverenlere ek olarak devlet, insan ticareti yarasının kanamasına sadece çalışma izni yasası ve denetim eksikliği/vergi için durum kabullenişi aracılığıyla değil, yabancıların gösteri yapma hakkını yasaklamak gibi diğer birçok ilk bakışta bağlantısız gibi gözükebilen yasa maddeleriyle de doğrudan sebebiyet vermektedir.
Yukardan anlaşılacağı gibi, insan ticareti ile ilgili çıkarılacak herhangi bir mevzuat veya atılacak herhangi diğer bir adım, yabancıların Kıbrıs’ın kuzeyindeki konumuyla ilgili temel yasal ve diğer anlayış değiştirilmediği takdirde, sadece göstermelik kalma riskini taşır ve devletin bu bağlamdaki rolünü görünmez kılmakla sınırlı kalır.
Sınıra Vuran Öznellikler, Düzene Uyan Öznelliklere Karşı
Hareket halindeki birçok işçi, çalışabilecekleri sektörler açısından yeteneklerine veya eğitimlerine göre seçim yapma şansına sahip değildirler; tabiri caizse atıl kalmış ve sömürüye açık sektörler onlar için ayrılmıştır. Bu bağlamda, “bu işi rızasıyla yapıyor zaten” gibi bir yaklaşım, rıza kavramının tamamen reddini getirmese bile bizi onu sorgulamaya iter. Gelgelelim, kişiler verili seçenekler içerisinden sektör bağlamında bir seçim yapıyorlarsa bile, kimse sömürü koşullarında yaşamayı seçmez diye varsayabiliriz. Mesleği aslen seks işçisi olan bir kadının sadece bir haftadır bulunduğu Kıbrıs’ın kuzeyindeki bir gece kulübünde, başka yerlerde de çalıştığını ancak buradan hemen kaçmak istediğini, dayanmasının hiçbir yolu olmadığını ağlayarak söylediğini duydum... Üçüncü dünya ülkesinden gelen kişiler için çalışabilecekleri sektör seçenekleri, özellikle sömürünün vahşileşitiği insan ticareti boyutunda, geleneksel toplumsal cinsiyet rolleriyle sıkı sıkıya sınırlandırılmıştır. Tarım ve inşaat sektörlerinde birincil olarak erkekler sömürülürken, “eğlence” sektöründe seks işçisi ve bakım sektöründe kadınlar öncelikli olarak sömürülmektedir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde bunun tespitini yapmak için henüz erken olsa da, dünya genelinde insan ticaretine karşı yürütülen gerek sivil toplum güdümlü gerekse devlet güdümlü kampanyalara bakıldığında, kadın ticareti ifadesinin sadece fuhuşu kapsayacak şekilde kullanıldığını, bunun da birçok mağduriyeti daha doğurduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir yaklaşım, hem seks işinin marjinalleştirilip konu dahilindeki diğer mücadele alanlarından izole edilmesine, böylelikle de seks sektörü son bulmadığı takdirde kadınların bu bağlamdaki yaralarına umursuz kalınmasına, hem de diğer alanlarda kadınların gerek emek gerekse bedensel sömürülerinin görünmez kılınmasına sebebiyet verebilmektedir. Ev işçisi olarak işe aldıkları kadınla oğlunun seks yapabileceğini, zaten kadına maaş verdiklerini söyleyen annenin hikayesini duydum, ağıllara kapatılan ev işçilerininkilerini de...
Fuhuşun yasaklanmasını, kadın ticaretinin çözümü olarak gören yaklaşımın derdinin, insan ticareti olmadığı aslında apaçık ortadadır; içerisinde insan ticaretini barındırabilen diğer sektörlerin varlığına son verilmesi neden istenmiyor? Hatta, başka sektörlerdeki insan ticareti yaraları ne söylemin ne de somut olarak yasaların nesnesi olmuyorken, konu kadının normatif çerçeve dışında cinsel olarak aktif olması olunca, neden birçok kesim ağız birliği yapıp ahlaki panik yaratan/bundan yararlanan bir yerden bu sektörün son bulmasını talep edebiliyor? Peki benzeri koşullarda ev işçisi veya bakım işçisi olan üçüncü dünya ülkeleri kadınları varken, neden kimsenin dili “bakıcılık işi yasaklansın” veya “ev işçiliğine son” naraları atmıyor? Bakıcı kadın konumunun geleneksel kadınlık rolleri ışığında kabul görmesi midir sebebi? Ve bunun neoliberal politikalardaki merkezi konumu... Devletlerin ve yerel yönetimlerin yaşlı, hasta ve çocuk bakımı konusunda üç maymunu oynaması ve “gelişmiş” kabul edilen ülkelerdeki kadınların işgücüne katılımının bu gibi işleri üçüncü ülkeden gelen bir kadına aktarmasından geçtiği için olabilir mi? Seks işçiliği kadının metalaştırılmasıysa, ev işçiliği nedir? Aynı şekilde, inşaat sektörünün kapatılmasını isteyenler el kaldırabilir mi? Ya tarım sektörünün? Otostop çeken Vietnamlı portakal işçisiyle Omorfo’dan Lefkoşa’ya seyahat ettikten birkaç hafta sonra onu hastanede tekerli sandalyede elleri kolları titrerken gördüm... “Madem şartlar böyle kapatılsın o zaman tarım sektörü!” Hani eller?
Bazı mağduriyetler de diğerlerine göre daha bir “mağduriyet”; daha bir tanımlanası, daha bir yönetilesi, daha bir üzerine konuşulası; onlar hem akıl hem ulus sınırlarına vuran fahişeler; hem yasaklar-mış gibi yapılan, hem üzerlerinden tonla para kazanılan; söylem ortaklıklarını bir arada tutmaya yarayan, hem ırkçısını hem cinsiyetçisini hem mesleği karşıtını hem sermayedarını, hem de devletini sırf ona karşılığı üzerinden dost kılanlar. Onlar mağdur, biz mağrur... Bazı mağduriyetler ise kampanya nesnesi, politika nesnesi, panik nesnesi olmaya “yetmiyor”; namuslu ev işçileri ve bakıcılar, tam da kadınlardan beklenilen neyse onu yapıyor, kadınlar da dünyadan ne beklerse başına o geliyor; evler temizliyor, güvencesiz çalışıyor, çocuk bakıyor, dışarı çıkamıyor. Aynı şekilde güçlü kuvvetli erkeklerden beklenilen şekilde erkek işçiler de sıkışık adaya bir beton bir beton daha kuruyor, tekinsiz koşullarda o ilaç senin bu yükseklik benim ekip biçiyor. Bunlar “biraz daha az mağdur”; bunlar düzene uyan, bunlar çarkı döndüren, “modern vatandaşın” tenezzül etmediği ama gerekliliği tartışılmayan öznellikler.
Başlangıcın Sonucu
Anlaşılıyor ki, toplumların ve hem ulusal hem uluslararası düzeydeki yasa yapıcıların düşünce biçimleri, kökleri derinlere dayanan ayrımcılık ekseninde dönebilmekte, söylem birliklerinin oluşturulması için de bu köklerden çıkan filizler farklı çerçevelerde sunulabilmektedir. İnsan ticareti mağdurları, en iyi halde, ülkelerine geri gönderilmektedirler. Peki bu insan ticareti ile ilgili neyi çözmektedir? İnsan ticareti, aniden sokakta giden zavallı ve genç bir kadının yüzü maskeli adamlar tarafından kaçırılıp zorla başka bir ülkeye götürülüp zorla fuhuş yaptırılması karikatürizasyonun çok dışında bir olguyken, yani bir kişinin zorla veya kandırma yoluyla borca sokulup kabul edilemez çalışma koşullarına ekonomik olarak sömürülmesiyken, neden tam da bu genel geçer tanımda ortaya çıkan mağduriyet koşullarını giderilmesi için adımlar atılmıyor da, en iyi haliyle “farkına varılan” insan ticareti mağdurları ülkelerine geri yollanıyor? Soru işaretleri burada son bulmaya başlayabilir ve artık noktayla biten cümlelere yol açılabilir: devlet ve sermayenin işbirliği sonucu fakirleştirilen ülkelerden kaçmak zorunda kalan kişiler sıkı göç yasalarıyla sömürü koşullarına itilmekte, zaten sömüremeyeceği –yatırımcı olmayan- yabancıyı sınırları dahilinde barındırmak istemeyen devlet ve sermaye başarı öyküsü olarak insan ticareti mağdurlarını ilk başta kaçtıkları koşullara geri yollamaktadır.
Kıbrıs’ın kuzeyinde de insan ticareti konusunda yapılacak çalışmaların devletin, polisin ve sermayenin bu yaradaki rolüne ve benzeri mağduriyetlerin bazılarına kör, sağır ve suskun kalması yalnızca yaranın devamını getirmeye yarayacaktır. Karşımızdaki vahşi mekanizmayı bütünüyle anlamaya çalışmak ve bu mekanizmadaki kendimizin “haksız ayrıcalıklarının” farkına varmak, sağlıklı bir başlangıç noktası olacaktır.
(1) Bu makalenin genişletilmiş ve değiştirilmiş bir versiyonu, 2011 yılında London School of Economics and Political Science’daki Toplumsal Cinsiyet ve Sosyal Politika Master programı için bitrme tezi olarak sunulmuştur.
Referanslar
Bacchi,C.L. (1999). Women, Policy and Politics: the Construction of Policy Problems. SAGE Publications: London.
Brown, W. (1995). States of Injury: Power and Freedom in Late Modernity. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Carabine, J. (1996). A Straight Playing Field or Queering the Pitch? Centring Sexuality in Social Policy. Feminist Review 54: 31-64
Chapkins, W. (2003). Trafficking, Migration and the Law: Protecting Innocents, Punishing Immigrants. Gender & Society 17(6), 923-937.
De Genova, N.P. (2002). Migrant “Illegality” and Deportability in Everyday Life. Annual Review of Anthropology, 31, 419-447.
Doezma, J. (2001). Ouch!: Western Feminists’ ‘Wounded Attachment’ to the ‘Third World Prostitute’. Feminist Review, 10(1), 20-27.
Goodey, J. (2003). Migration, Crime and Victimhood: Responses to Sex Trafficking in the EU. Punishment &Society. 5, 415.
Hermann, C. (2006). Neoliberalism in the European Union. Studies in Political Economy. 79:61-90.