İş Dünyası ve İnsan Hakları: Bir 10 Aralık Yazısı
Çiçek Göçkün
Tarih 10 Aralık. Bugün insan hakları günü. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kabul ettiği günün yıl dönümü. Elbette ki insan haklarına dair düşünmek ve söz söylemek bugünle sınırlı değil, ancak bugün bir iki kelam etmemek de olacak iş değil.
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde hiç konuşmadığımız ve doğal olarak üzerinde bir bakış açımızın olmadığı bir konuya değinmeyi seçtim. Türkçe’ye İş Dünyası ve İnsan Hakları olarak çevirilmiş Business and Human Rights alanı hakkında konuşmak niyetindeyim bugün. Benim bu alanla tanışmam yüksek lisans dönemime denk gelir. Yüksek lisans ve sonrasındaki 2 yıl boyunca bu alanda uzun yıllardır çalışan Prof Sheldon Leader ile farklı projelerde birlikte çalışma olanağı buldukça, çarklara çomak sokmanın ve insan haklarını erişilebilir kılmanın bir çok farklı yolunu öğrenecektim. Örneğin aşağıda da bahsedeceğim üzere, çokuluslu bir bankaya diktatör bir rejime borç vererek rejimin uyguladığı işkence ve benzeri insan hakları ihlallerini sürdürülebilir kılmaları ile ilgili nasıl dava açılabileceği gibi.
İş Dünyası ve İnsan Hakları alanı, kısacası iş yaparken, üretim, yatırım, pazarlama planlar ve uygularken insan hakları bakış açısını ön planda tutmayı ve bu ekonomik faaliyetlerin hepsinin insan hakları üzerinde bir etkisi olduğunun farkında olmayı şart koşar. Kurumsal sosyal sorumluluk denilen kavramın daha ötesinde, iş dünyası mensuplarına – kişiler ve kurumlara – insan haklarının korunması yönünde bir sorumluluk yükler. 2011 yılında BM İnsan Hakları Konseyi 17/4 sayılı kararı ile BM Genel Sekreteri’nin İnsan Hakları ve Ulusötesi Şirketler ve Diğer Ticari Girişimler Özel Temsilcisi John Ruggie’nin hazırlamış olduğu İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri belgesini kabul etmiştir. Bu ilkeler, çokuluslu firmalar başta olmak üzere tüm ticari girişim ve iştiraklere ekonomik faaliyetlerini planlar ve uygularken temel insan haklarına saygı göstermeyi ve korumayı bir yükümlülük olarak yüklemektedir. İlkeler arasında insan haklarının ihlaline faaliyetleri sonucunda doğrudan ya da dolaylı olarak sebebiyet vermemek, sebep olmaları halinde ise bunun sorumluluğunu üstlenip telafisi ve zararın giderilmesi yönünde rol üstlenmek ve sürekli olarak insan haklarına ilişkin bir durum tespiti yapmak sayılabilir. İlkeler belgesi, işletmelere ve şirketlere, kendi ölçek ve kapasiteleri doğrultusunda, bir İnsan Hakları Etki Değerlendirmesi (Human Rights Impact Assessment) yapma görevi biçmektedir. İnsan Hakları Etki Değerlendirmesi uygulaması planlanan iş veya ticari projenin sadece çalışanları değil faaliyetlerin etki alanına giren tüm toplulukları ve onların insan haklarını da göz önünde bulundurmayı gerektiren bir çalışmadır.
Daha önce yine Yenidüzen için yazdığım bir yazımda gayrimenkul yatırımları ve suç gelirlerinin aklanması meselesinden bahsettiğimi hatırlayacaksınızdır. Şimdi gelin bu konuya, bugün bir de bu insan hakları penceresinden bakmaya çalışalım. Suç gelirlerinin ya da daha bilindik adıyla kara paranın aklanması meselesi, bir suç olmanın yanında, aslında çok büyük bir insan hakları meselesidir de. Dikkatimiz en çok gayrimenkul üzerinde olsa da, bunun yanında lüks araç alım satımı, sanal bahis ve oyunlar, kripto para veya forex gibi finansal alanlar da en az gayrimenkul kadar kara paranın aklanmasına olanak sağlayan araçlar olarak kayıtlara girmiştir ve hepimizin bileceği üzere bunlar ülkemizin yaygın iş alanlarıdır. Kara paranın yatırım finansmanı olarak kullanılması, paranın bir suç sonucunda elde edilmiş olmasına ek olarak, devletin yasal mali işlemlerden elde edeceği vergi ve benzeri harçların da devlet bütçesinden kaçırılması sonucunu da beraberinde getirdiği olgusunu hatırlamalıyız. Böylece, en başta devlet gelirleri çalınmak sureti ile devletin topluma sağlayacağı hizmetlerden çalınmakta, ve örneğin sağlık, eğitim veya sosyal yardım gibi hakların tam anlamıyla karşılanmasının önüne geçilmektedir. Ayrıca, kişilerin veya devletlerin üzerindeki uluslararası yaptırımlardan kaçınılmasının sağlanması amacıyla yatırıma kaynak olarak kullanılan varlıklar söz konusu uluslararası yaptırımları etkisiz hale getirmekte ve örneğin yaptırım sebebi olan antidemokratik ya da insan haklarına aykırı devlet politikalarının veya doğrudan rejimlerin sürdürülebilirliğini beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla yabancı iş insanları, sermayedarlar ya da ulusötesi şirketlere yatırım danışmanlığı ve yatırım olanağı sağlayan kişilerin söz konusu yatırım için kullanılacak finansal kaynağın menşeini bilmek ve buna göre hareket etmek yönünde bir sorumluluğu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Örneğin, Arjantin’de Videla yönetimindeki askeri diktatörlük süresince ordu, diğer kamu kuruluşları ya da doğrudan devleti borçlandıran çok uluslu bankalara karşı sattıkları krediler ile rejimin sürekliliğini ve dolayısıyla işkence, yargısız infazlar ve zorla kaybetmeler başta olmak üzere kitlesel ölçekte insan hakları ihlalere dolaylı katkı sağladıklarından ötürü açılmış haksız fiil davaları İş Dünyası ve İnsan Hakları alanının da gelişmesinde öncü olmuşlardır. Kısacası, kara paranın yatırım aracına dönüştürülmesi hem bir suçtur, hem de birden fazla insan hakkı ihlalini beraberinde getirebilecek potansiyele sahiptir.
Emlak sektörüne ve kendi ülkemize dönecek olursak, yoğun bir miktarda yabancı para akışı olduğu hepimizin malumudur. Kıbrıs Gizli Dosyaları’nın verilerine göre de bu para akışının hepsi değilse bile büyük bir kısmını suç geliri ya da vergi/yaptırımdan kaçırılan paralar oluşturmaktadır. Ancak büyük miktarlar halinde hareket eden bu varlıkların en büyük etkisi gayrimenkul satış fiyatlarının da kira bedellerinin de oldukça hızlı ve büyük oranlarla yükselmesi olarak göze çarpmaktadır. Peki bunun, insan haklarına etkisi ne olabilir ki dediğinizi duyar gibiyim. 2023 yılında, ilk kez ev alacak kişilere özel borçlanma koşulları ve bir miktar destek olanağı yaratan “İlk Evim Konut Kredisi” uygulamasına atlayalımisterseniz. Bu politikanın çözmeye çalıştığı – başarılı olup olmadığından bağımsız – ne idi? Konut edinme sorunu. Yani hükümet dahil herkes şu anki piyasa koşullarında iki yetişkinin ikisinin de çalıştığı bir ailenin konut edinmesinin neredeyse imkansız hale geldiğini idrak etmiş durumda. Keza, asgari ücret düzeyinde geliri olan ailelerin bırakın ev satın almayı kira ile bile barınması bile oldukça zor hale geldi. Bu duruma konut krizi diyebiliriz. Bu sorun, mülk edinme sorunu değildir. Ülkemiz parlementosunun da kabul ettiği BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi 11. Maddesi konut ve barınma hakkını düzenlemektedir. Buna göre, elverişli konut hakkı başka özellikler yanında konutun ödenebilir ve erişilebilir olması gerekliliğini tanımlamaktadır. Bu durumda, “yabancı yatırım” kisvesi altında emlak piyasasındaki pahalılaşma, bu ülkede yaşayan kişilerin konuta erişim ve dolayısıyla da barınma hakkının ihlaline katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla, bahsi geçen sorun bir barınma sorunudur, yani bir hak ihlalidir.
Sonuç olarak, iş dünyası, yatırım, ticaret ve benzeri diğer faaliyetler – kara para ile ilgili olsun olmasın – insan hakları ile ilgilidir. İnsan haklarının korunması başta devletlere ait bir sorumluluk olmakla birlikte, faaliyetlerinin insan hakları üzerinde etkisi olan tüm aktörlerin insan haklarının korunmasına ilişkin bir sorumluluğu vardır ve iş dünyası mensupları da bunlar arasındadır. Bence, ülkemiz için artık bunun görmezden gelmenin sona ermesi, ve insan hakları yaklaşımı ile yönetmeyi içselleştirmenin birincil hedef haline gelmesi gerekmektedir.