İtenler, kaçanlar ve çekenler!
Murat Belge, geçtiğimiz haftalarda Amed Spor ile Bursa Spor arasında oynanan futbol maçında bazı Bursa Spor taraftarları ve Devlet Bahçeli gibi azgın milliyetçilerin Kürt düşmanı tavrının Kürt halkını “itmek” anlamına geldiğini, bunun da Kürt halkı arasında ayrılıkçı eğilimleri güçlendirip, bir anlamda da meşrulaştırdığını ileri sürdü.
Murat Belge, “Bizim burada işimiz yok. Kendi devletimizi kurmalıyız” diyenlerin Bursa’da olanlara işaret ederek, “İşte! Görmüyor musunuz? Bu adamlarla nasıl birlikte yaşanır?” propagandası yapmalarının kolaylaştığını söylüyor.
Belge doğru bir saptamayla, yapılması gerekenin Kürtleri “itmek” değil, “çekmek” olduğunu belirtiyor.
Bu tespitlere katılmamak mümkün değil. Aslında Belge, evrensel bir soruna işaret ediyor. Heterojen toplumsal ve etnik yapılara sahip toplumlarda siyasal birliği sağlamanın/korumanın yolunun farklı etnik grupları dışlamadan değil, onları entegre etmekten geçtiğini söylüyor.
Kendi ülkemiz bu konu açısından adeta bir laboratuvardır. Kıbrıs’ın bölünme serüveni Murat Belge’nin tespitlerini bütünüyle doğruluyor.
İtenler
1960 sonrası döneme baktığımız zaman, Kıbrıs Rum siyasetinin Kıbrıslı Türkleri devlet dışına “itmeye”, azınlık konumuna indirgeyerek üzerinde tahakküm kurmaya odaklı olduğunu görürüz. Örneğin Kıbrıslı Türklerin kendi ayrı belediyelerine sahip olmaları anayasada kayıt altına alınmış olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios ayrı belediyelerin kurulmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Kıbrıslı Türkleri çekme (devlete entegre etme) yerine itmeye yönelmişti ki, bu tavır, 1963 yılının sonunda etnik çatışmaların baş gösterip ülkenin “birinci bölünmesine” yol açtı.
1974 sonrasında koşullar değişmiş olmasına karşın bu tavırda esaslı bir değişiklik olmadı. Belki eskisi gibi itmeye dayalı bir çizgi izlenmiyor ama Kıbrıslı Türkleri “çekmeye” dayalı bir siyasi tutum da ortalarda yok. Ne federal bir devletin kurulması için çaba sarf ediliyor, ne de federal devlete giden yolda Kıbrıslı Türkleri, parçası oldukları Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ve bu cumhuriyetin üyesi olduğu Avrupa Birliği’ne entegre etmek için en küçük bir çaba sarf edilmiyor. Hatta köstek olunuyor...
Gerek ülkenin “tarihle randevusu” olarak görülen Annan Planı Referandumlarında, gerekse de 2017 Crants Montana konferansında Kıbrıslı Türklerin “itilmesine” devam edildi.
Ayrıca, Kıbrıs AB üyesi olduktan sonra, AB üyeliği Kıbrıslı Türkleri “çekmek” için değil, “itmek” için kullanıldı, kullanılmaya devam ediliyor.
Kuşkusuz, bu eğilimler ayrılıkçı Kıbrıslı Türklerin elini güçlendiriyor. “Bizim bu adamlarla işimiz yok. Kendi devletimizi yaşatmalıyız” diyenlerin sayısı giderek artıyor.
Kaçanlar
Türkiye’deki Kürt hareketinden farklı olarak, Kıbrıs Türk ayrılıkçılığı inkar ve baskı politikalarının sonucunda ortaya çıkmadı. Kıbrıs’ın bölünmesi gündeme getirildiğinde (1957) Kıbrıs İngiliz kolonisi idi ve resmi propagandanın iddia ettiğinin aksine, Kıbrıslı Türkler ne “katliama uğruyor”, ne de Kıbrıslı Rumlar tarafından baskı altında tutuluyordu. Ülkeyi kolonyalistler yönetiyordu ve iki toplum da kolonyalistlerin boyunduruğu altında tutuluyordu.
Taksim talebi, kolonyalistler ile yayılmacı Türk milliyetçiliğinin el ve iş birliği sonucunda gündeme geldi.
Yani, Kıbrıs Türk milliyetçileri “itilmeden” çok önce “kaçışa” başlamışlardı. Bu kaçış, Kıbrıslı Rumlarla birlikte yaşamaktan kaçıştı ve Kıbrıs Rum milliyetçilerinin itici davranışları, ayrılıkçı milliyetçilerinin işini kolaylaştırıyordu.
Çekenler
Etnik çatışma ve gerilimlerin yaşandığı ülkelerde veya milli meselenin çözülmediği durumlarda milliyetçiler arasında negatif bir diyalektik oluşur. Birinin varlığı ötekini güçlendirir. Başka türlü söylersek, “itenler ile kaçanlar” birbirlerinin varlık sebebi haline gelirler ve fasit bir daire oluşur. Sorunun çözülebilmesi için etnik grupların otonom varlığını tanımak, haklarını teslim etmek ve entegre bir bütün oluşturmak için mücadele etmek gerekiyor.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin uzun vadede bütün kalması, Kıbrıs’ın da bütünleşmesi için itenler ve kaçanlara değil, “çekenlere” ihtiyaç vardır. Etnik toplulukları “birbirlerine çekmek” ve bir bütünde entegre etmek için ortaya çaba koymak gerekiyor. Fakat çekmek, ne Kürtlerin sözde varlığını kabul edip haklarını görmezden gelmekle mümkündür, ne de Kıbrıslı Türkleri hukuksal olarak parçası oldukları ülke ve devlete “paça” olarak yapıştırmakla olasıdır.
Aynı coğrafyayı paylaşan toplumları birbirine çekmek (eklemlemek), ancak tanınma politikası, eşit haklar ve özgürlükler ve de fırsat eşitliği temelinde mümkündür. Bu ise, toplumsal ve kültürel adaleti sağlayan çoğulcu bir demokrasi anlayışını hayata geçirmekle sağlanabilir. Bunu başarmak için de, iten ve kaçan güçler karşısında çeken güçlerin üstün gelmesini gerekir.
Türkiye’nin bütün kalması, daha doğrusu demokratik bir bütünleşme sürecine girmesi ve Kıbrıs’ın bütünleşme yolunda ileri adımlar atabilmesi, çeken güçlerin, milliyetçiler arasında var olan negatif diyalektiğe son vermeleriyle mümkündür.