1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İyileşir miyiz sahiden?
İyileşir miyiz sahiden?

İyileşir miyiz sahiden?

Hayatımıza, nefes almaya devam ediyoruz. Peki bu bir suç mu? Nasıl nefes alınır? Nasıl yemek yenir? Alınacak, yenilecek, hayat bu ya acılarla yaşamaya alışıyoruz.

A+A-

Seda. A. Refik
[email protected]

Ekmek daha ne kadar pahalı olacak? Peki biz ay sonunu nasıl getireceğiz? Çocuğun bezi de yine zamlandı; GS kalecisinin ayağı kırılmış mıdır acaba, belki de çatlamıştır kim bilir…Bir pazar gecesi koltukta oturmuş bunları düşünür konuşurken bir şey oldu, bizi uykumuzdan uyandıran, bugüne kadar tek bir sarsıntıyı hissetmediğimiz belli ki malzemeden kaçırılmadan sağlam yapılmış apartmanımızın üçüncü katında bizi uykumuzdan uyandıran bir sarsıntı oldu. Gözümde gözlüklerim dahi olmadan lambanın nasıl daireler çizdiğine bakarken bir yandan hemen yan odada uyuyan minik kızımı alıp onu korumak istedim. Sarsıntı bitti ve bir daha uyumadım. Bir daha sallanırsak, kızımı koruyamazsam, sarsıntıya başka bir yerde başka bir şekilde yakalanırsak ne yapacağım, bir deprem çantamız bile yok diye diye o gece sabaha kadar uyuyamadım. Meğer ben uykusuzluğumun içerisinde bunlarda boğuşurken nice canlar kendini toz, toprak ve tel yığınlarının altında bulmuş. Beton bile diyemiyorum çünkü beton da yokmuş belli ki. Nice evlat, soğukta, üstlerindeki toz bulutu onları terk edememiş şekilde yerin altına girdi. Yerin altına girsem de kurtulsam sözü hiç bu kadar gerçeklik değeri kazanmamıştı sanırım. Biz üzüntümüzden bu sözü iliklerimizde hissederken insanları yerin altına sokanların tamamen sebep olduklarından sıyrılmak için kendi lehlerine bu sözü kullanmaları da ayrı bir durum ya neyse.

İnsanların üzerindeki molozların kalkmadığı, kalkamadığı her gün daha da büyük bir fil oturdu mideme. Nasıl nefes alabilirdi ki bir insan henüz minicik olan evladı o taşların, kumların altındayken? Ben burada 1,5 yaşındaki kızımın gözünden akan bir damla yaşta üzülür içim acırken, nasıl yaşayabiliyordu ki bir tozun toprağın köşesinde evladının bedeninin bulunmasını bekleyen anne-baba-amca-dayı-hala. Annelik hormonlarının yüklenmediği durumda da acıları içimde hisseder yine de üzülür, ağlardım, biliyorum. Ama ya şimdi? Farklıymış, empati denizinde boğulurken, kalbim daha da acıya bilirmiş, hem de öyle bir acırmış ki yıllardır tanıdığın, sesini duyup, sohbet ettiğin insanın o enkaz yığını altında olduğunu bildiğin, toprakların altında kalan bebekleri, yanında annesi ile hayattan göçmek zorunda kalan bebekleri gözünün önüne getirmeye başladığın andan itibaren sen de farklı bir insan olurmuşsun anladım. Bu acının anlamı, bu hislerin başka bir yorumlaması yok.

Gel gör ki zaman öyle bir şey ki, bir şekilde bizi de normalleştirmeye yönlendiriyor. Doğamızda var. Hayatımıza, nefes almaya devam ediyoruz. Peki bu bir suç mu? İnsanlar hala tozun toprağın altında yatırken bir şarkı açıp ona eşlik etmek, arkadaşlarla buluşup kahve içip iki lafın belini kırmak ve bu sohbet esnasında yaşananlardan bahsetmemek suç mu? Kendimizi travmaların sarmalına sarmayıp, gerçekliğe odaklanıp nasıl yardım edebiliriz diye düşünmek mi bize ve herkese daha yardımcı olur yoksa acılara odaklanıp sadece ağlamak mı? Bambaşka şarkılarda, türkülerde kendimizi iyileştirmeye çalışmak mı kötü yoksa saatlerce oturup kendimizi hırpalamak mı? Acıyı ve üzüntüyü yaşamanın tek bir yolu yok ama acılara saygı duymak var. Yakın kaybı yaşamış insanların hayatlarına, duygularına saygı öğrenmek ve bilmek var. Gidenin arkasından akıttıkları her göz yaşında yanlarında olup kendi hırslarımız ve üzüntümüz nedeniyle onların acıları üzerinden öfke krizleri saçmak yok. Olmamalı. Enkazdan çıkan her bedende, her duymak isteyip duyamadığımız seste daha da öfkelenenleri, sorgusuz sualsiz, sessizce sadece orada olarak, durarak yardımcı olmak yerine, öyle olmamalıydı böyle olmamalıydı yok tören olmasın yok bayrağa tabutlar sarılmasın yok o yok bu yaşanmasındı diyenleri gördüm. Ne bu olayları normalleştirelim, peşini bırakalım, suçluların- ümit ediyoruz ki- cezalarını çekmemelerine izleyici kalalım ne de acıların üzerinden bıçaklarımızı bileyelim. Bir anne, baba, kardeş, amca, dayı, hala, teyze…Hepsi canlarını ve onların yanına da kendi ruhlarını o toprakların altına yatırdı, nasıl yaşanır ki bu saatten sonra? Nasıl nefes alınır? Nasıl yemek yenir? Alınacak, yenilecek, hayat bu ya acılarla yaşamaya alışıyoruz. Yaşamıyoruz da yaşamaya alışıyoruz, hah tam da bu. Alışmanın, gülümsemenin, hayata devam edip nefes almanın acıları unutmakla bir ilgisi olmadığını ama hayata kaybedilen kişi için tutunmanın yeri geldiğinde insana daha iyi geldiğini anlayarak normalleşmeliyiz. Biz düşersek, canını, ilkbaharı, sonbaharı, kışını, hayatını toprağın altına koyanlar ne yapsın? Yaşamasın mı?

Hepimiz kısa bir süre sonra hayatlarımıza devam edeceğimizi, yine yemeklere gidip, kadehler tokuşturacağımızı, yine yaptıklarımızdan keyif alıp saçma sapan şeylere üzüleceğimizi biliyoruz. Belki şu an yaşadıklarımızın tazeliği, her şeyin daha çok yakın geçmişte olması ve bu dönemde hayatımıza giren yeni bir kavram olan ‘ikincil travma’ nedeniyle henüz üzüntü ve gözyaşı sarmalından çıkamadığımız için buna inanamıyor ve ‘unutursak içimiz kurusun’ nidaları atabiliyoruz, çok normal ama hatta kocaman bir AMA ile şunu bilmemiz ve aslında kabul etmemiz gerekiyor ki yaşanılan üzüntü ve kolektif acıdan bağımsız olarak biz yine iyi olacak, hatırlayacak, yaşanılanları zihnimizin bir köşesinde tutacağız, ve yine ateş düştüğü yeri kavuracak, herkes kendi ateşinde yanmaya devam edecek. Hayatın ve yaşamanın kuralı bu…

Bu haber toplam 2708 defa okunmuştur
Gaile 499. Sayısı

Gaile 499. Sayısı