1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “İzmir’den Mağusa’ya...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“İzmir’den Mağusa’ya...”

A+A-

Mihalis Çapparillas

(Değerli arkadaşımız Mihalis Çapparillas’ın ALITHIA gazetesinde geçtiğimiz günlerde Rumca olarak yer alan bu yazısını, kendisinin izni ve yardımlarıyla İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik... Kendisine çok teşekkür ediyoruz... S.U.)

İzmir... Küçük Asya... 1834 yılının Mayıs ayı... Güneşli bir yaz günü, İskoç olan genç Konsolosluk görevlisi Carmichael, ilk kez güzel İrini ile tanışıyordu... O günden bu yana her sabah onu yolu üzerinde görmekteydi... Birbirlerini tanıdıktan sonra ona evlilik teklif ediyor ve evleniyorlar... Mutluluklarını Konstantinos adını verdikleri küçük oğlularının dünyaya gelmesi, taçlandırıyor... Konstantinos, İrini’nin babasının adıdır...

Bir veba salgını, genç Carmichael’ın ölümüne neden oluyor. Böylece İrini pek çok fedakarlık yaparak oğlu Konstantinos Karamihalis’i yalnız başına yetiştiriyor... Bu öksüz çocuk büyüyor ve evleniyor, dört çocuk sahibi oluyor. Nikolas, Kiriakos, İrini ve Mihail... Babalarının öfkeli bir karakteri vardır. Çok erken sinirlenip yüzü biber gibi kızarıyor. Bu yüzden ona takılan lakap olan “Biberis”, soyadına dönüşüyor...

En küçük oğlan Mihalis Biberis, İzmir’de 1904 yılında Despina Papadopulu 16 yaşına girer girmez onunla evleniyor. Mihalis genç ve heyecanlı karakteri olan bir adamdır. Macerayı sever, seyahat etmeyi, değişiklikleri ve her zaman daha iyi şeyler arayan birisidir. İlk çocukları Stelyos henüz bir yaşındayken ailesiyle birlikte , Karadeniz yakınlarındaki Balya (Eski) Karainidin’e gitmeye karar verir. Burada çok büyük kurşun madenleri bulunmaktadır ve bu konuda ustalar aranmakta ve kendilerine çok iyi ücret ödenmektedir. Aile, bir noktaya kadar trenle, sonra da silahlı muhafızlar tarafından korunarak yollarına devam edip gitmeleri gereken yere varırlar.

Balya (Eski) Karaindin’de, ikinci oğluları Hektor dünyaya gelir ve üç sene sonra da üçüncü oğluları Kostas doğar. 120 altın lira biriktirmiş olan Mihalis Biberis, ailesiyle birlikte İzmir’e döner.

Dönüş yolunda Stelyos ve Hektor, bir atın iki tarafından sarkmakta olan iki büyük bambu sepete konur, anneleri sürer atı ve kollarında da küçük Kosta vardır. Silahlı Mihalis’in ise kendi atı vardır. Onları üç atlı izlemektedir, aileye ait eşyaları taşıyordur bunlar... Bir de “Katırcı” vardır ki üç yardımcısıyla birlikte silahlı biçimde aileyi korumak maksadıyla onlara eşlik eder. Çünkü bu bölgede her zaman soyguncular bulunmakta ve karavanlara tuzak kurup seyahat edenleri soymaktadırlar. Katırcıların amacı, ailenin sağ salim tren istasyonuna kadar varmasıdır.

Mihalis, düşlerinin yaz evini Mersin’de satın alır... 1910 yılında Demiryolları’nda proje denetçisi olarak çalışır... Ancak yerinde duramayan ruhu onu Midilli adasına sürükler, burada kardeşi Kiriakos’un ailesiyle birlikte bir yıl kadar kalır...

1912 yılında Mihalis, Kıbrıs Hükümeti’nin bazı deneyimli işçiler aradığını öğrenir, kendisi de bu tür işlerde iyidir. Kıbrıs’a tek başına gelip duruma bakar. Kıbrıs’ı beğenir ve 1914 ylında ailesini Mağusa’ya getirir. Kıbrıs Demiryolları’nda, trenlerin çalışmaya henüz başladığı dönemde iş bulur burada...

Mağusa’da Mihalis ve Despina’nın üç çocuğu daha olur. 1915 yılında Maria, 1917 yılında Lulla ve 1921 yılında da Kiriakos dünyaya gelir.

Mihalis, Kıbrıs Demiryolları’nda çok iyi iş yapar... Mali departmanın sorumlusu olur ve diğerlerinden daha yüksek bir maaş alır... Burada kendisine “Kazancı” (“Kazantzis”) lakabı takılır... Oğluları Hektor ve Stelyos da yanıbaşındaki laboratuvarlarda çırak olarak çalışırlar ve sonra da onlar işi devralır...

1979 yılında Londra’da kaleme alınan Kıbrıs Demiryolları’na ilişkin bir kitapta Mihalis ve Stelyos Biberis’ten de söz edilmekte ve fotoğrafları da yayımlanmaktadır kitapta.

Stelyos Biberis, Kıbrıslı Margarita hanımla evlenir ve Mağusa’da (Maraş’ta) Erakleus Sokağı’nda yaşarlar, ta ki 1956 yılında Avustralya’ya göç edinceye kadar... Kostas, Girne’nin Orga köyünden Frosso Stratura ile evlenir... Onlar da Mağusa suriçinin hemen dışında Riga Ferau Sokağı’nda yaşarlar. İşgalden sonra Larnaka’ya yerleşirler.

Maria Biberi, Stelyos’la aynı dönemde Avustralya’ya göç eder ve Dellatolla isimli bir İtalyan’la evlenir. John Dellatolla isimli bir çocukları olur.

Kiriakos Biberis, Lefkoşa’dan Aliki hanımla evlenir ve iki kızları olur – Anastasia ve Luli. Hektor, Mısır’ın İskenderiye kentinden Fotini Hacıtofi ile evlenir. Bir kızları olur, adı Despina (Nina). 1956 yılında Mısır’dan göçmen edilirler ve kısa bir süre kalmak üzere Kıbrıs’a gelirler, ta ki Avustralya’ya göç edinceye kadar Kıbrıs’ta kalırlar.

Mihalis, Mağusa Demiryolları’nda 1951 yılında kapanıncaya kadar çalışır. Sonra da bir av tüfeği dükkanı açar. Derinya’daki evini satar ve 74a Larnaka Sokağı’nda iki ev alır – burası Laksi denen bölgedir. (Laksi bölgesi Ayluka bölgesi yakınında bir yerdir... Aynikola barikatından başlayıp büyük heykelin olduğu çeberin yakınlarına kadar uzanır...)

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman iki kızı Lulla ve Maria, eğitimli nörsler olarak kent hastanesine giderler... Lulla, iyiliği ve özellikle de güzelliğiyle dikkat çeker. 1936 yılında Mağusa Portokal Festivali’nde güzellik kraliçesi ("Miss Or“nge" – “Bayan Portokal”) seçilir...

Sydney Frank Pacey, 1908 yılında Nottingham’da dünyaya gelir. 1928 yılında Britanya ordusuna katılır. İkinci Dünya Savaşı sona erinceye kadar Hindistan’da, Kıbrıs’ta (1934-1936), Bermuda’da, Trinidad’da ve Filistin’de görev yapar.

İkinci kez Kıbrıs’a Haziran 1940’ta atanır. Mağusa Hastanesi’ne bir ziyareti esnasında güzel nörs Lulla Biberi’yle tanışır... Büyük savaş bulutları altında büyük bir aşk büyümeye başlar... Sydney, Lulla’nın inceliği ve güzelliği karşısında büyülenir ve o da buna karşılık bu askerin yakışıklılığı ve cesaretine bayılır... Buluşup birbirlerini tanımaya çalışırlar...

Mihalis biberis hiçbir şekilde bu ilişkiyi kabul etmez... Çok iyi İngilizce bildiği ve tüm gün boyunca İngilizler’le muhatap olduğu halde... Bir akşam, Sydney sevdiğiyle birlikte buluşmaya gidince onu yakınlarda görür... Çok öfkelenir ve sokakta bu genç askeri kovalar... Nihayetinde gençlerin birbirini çok sevdiklerini görünce ve kızları ve karısından bu genç hakkında iyi şeyler duyunca, bu ilişkiyi kabul eder.

Bu arada Syndey Mısır ve Filistin’e gönderilecektir. Askeri yetkililer onun nişanlı olup olmadığına bakmazlar. Bu asker delicesine aşıktır ve sık sık izin alarak Mağusa’daki sevdiğini ziyaret eder.

1942 yılında Mağusa’da St. Mark Kilisesi’nde evlenirler. Sydney asker olarak görevine devam eder ve 1944 yılına kadar çeşitli Akdeniz ülkelerinde bulunur. Sonra Lulla’yla birlikte İngiltere’ye döner. Başlangıçta Sydney’nin annesi ve babasıyla birlikte yaşarlar. Sonra Mayıs 1945’te ilk oğluları Mihalis dünyaya gelir... Sonra da askeri bir üsse taşınırlar.

1949 yılında Lulla yeniden hamile kalınca, Sydney İngiliz ordusundan ayrılır ve Mayıs ayında çok sevdikleri Kıbrıs’a geri dönerler. Gerçek şudur ki genç Sydney hem Lulla’ya, hem de Kıbrıs’a aşıktır. Basit dünyası ve doğal güzellikleriyle bu güzel yere taparlar... Burada sonsuza kadar yaşamak isterler...

1949 yılında Lulla’nın annesi Despina’nın özel bakıma ihtiyacı vardır, Mihalis Biberis ile evliliği sona ermiştir. O günden sonra ölünceye kadar kızı Lulla’yla kalır ve kızı ona güzelce bakar...

Pacey ailesinin (Lulla ve Sydney’nin ailesinin) ilk yaşadıkları ev, Lefkoşa’da, Kaymaklı bölgesindedir. 1949 ile 1952 yıllarında burada yaşarlar. Evin sahibi olan Bay Matyakis de ailesiyle birlikte bodrum katında yaşar. Ermeni bir ailedir bu.

Sonra aile Kanlıdere yakınında, Ledra Palas Oteli’nin arkasında bir başka eve taşınır...

Sydney Kıbrıs’a döndükten sonra Britanya idaresi için çalışır, Lefkoşa’da idari ve memurin işleriyle meşgul olur. 1955 yılına kadar orada kalırlar, sonra da Mihalis Biberis’in evine taşınırlar. Sydney Britanya hükümeti için Mağusa bölgesinde çalışmaya devam eder ve tüm kiralık evler ve mobilyalarla ilgilenir, ta ki emekli oluncaya kadar...

Laksi bölgesinde, 74a Larnaka Sokağı’ndaki evlerinde çok mutlu biçimde yaşarlar... Mihalis Biberis 1959 yılında vefat etmiştir ve nineleri Despina da 1963 yılınd ahayata veda etmiştir. Onlar St. Luke Mezarlığı’nda defnedilmiştir. Evlerini Lulla’ya ve ailesine bırakırlar...

Bu evde iki çocuklarını, Mihalis ve Edward’ı (Eddi) yetiştirirler. Her iki çocuk da hem Rumca, hem İngilizce konuşur ve komşu çocuklarla oynarlar... Onlar gerçek Kıbrıslı çocuklardır...

1974’te Maraş Türkler tarafından işgal edilince aile, binlerce Kıbrıslırum gibi göçmen olur... Sydney 1972 yılında zaten bir kalp krizi geçirmişti ve Türk işgalinden ötürü yaşadığı stres de sağlığının kötüleşmesine neden olur. Yeni bir kalp krizi geçirir. Aile tekrardan İngiltere yoluna koyulur... Orada bir süre kalırlar... Kıbrıs sorununun çözümlenmesini umarak beklerler... Sonra da en büyük oğluları Mihalis ve Lulla’nın geriye kalan ailesiyle birarada olmak üzere Avustralya’ya göç etmeye karar verirler çünkü onlar zaten Avustralya’ya göç etmiştir. Kızkardeşi ve erkek kardeşleri zaten orada yaşamaktadır. Burada çocuklarının ve torunlarının çevresinde mutlu olurlar. Sydney Pacey, 1980 yılında Avustralya’da vefat eder. Lulla ise tam 96ncı doğumgünü öncesinde, 2013 yılında hayata veda eder. Bir daha Maraş’taki evini göremez... Torunlarına hayatını anlatır, büyük aşkını, esir olan güzel kentini tutkuyla sevmesini... Onlara düzinelerce siyah beyaz fotoğraf gösterir, bunlar çocuklarının, kızkardeşlerinin ve Laksi’deki arkadaşlarının fotoğraflarıdır, kayıp şehrin güzel sahillerini gösteren fotoğraflardır bunlar...

lulla-biberi.jpg
Lulla Biberi

(Mihalis Çapparillas’ın 26 Ocak 2022 tarihli yazısını İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Sevgül Uludağ – YENİDÜZEN).

 

“Tepeden normalleşme...”

GAYANE AYVAZYAN

Modern öncesi imparatorlukların çöküşü, güç dengesini değiştirerek yeni bir siyasi haritanın oluşumuna yol açtı. Güç dengesi önemli ölçüde bozuldu ve dünyada tek merkezli Batı hegemonyasının temellenmesine yol açtı. Batı’nın sömürge politikası özenle gizlenmiş durumda; uzakta gibi görünüyor ve her zaman özgürleştirmeye geliyor. Hem milliyetçiliğe hem de soylu ulusa dayanan modern devlet fikirlerinin Batı kapitalizminin yayılmacı politikalarına hizmet edecek araçlar olarak ortaya çıktığını görebilmek için güçlü hayal gücü gerekmez. Kapitalizmin eli görünmez kalırken görünür olan ulusal/devlet sınırlarıdır ve bunların kukla egemenliğini yönetmek kolaydır. Devlet ve millet üzerine düşünceler küresel kapitalizmin politikalarını perdelemeye yöneliktir. Ermeni, Türk ve Azeri ilişkileri, ister normalleşme ister çatışma aşamasında, Batı tek merkezli kapitalizmin kalıplarını yeniden üretiyor ve sömürge politikası anlatılarının bir sonucudur. Ermeniler ve Türkler arasındaki çatışma Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sonucu ortaya çıktıysa, Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla düşmanca bir hale geldi. Buna paralel olarak bölgede Batı’nın sömürgeci yayılmacı politikası hiç sarsılmamış ve sürekliliğini koruyor. Bölgede Batı kapitalizminin politikasının yanı sıra bu politikanın bölgesel çatışmalara ve bundan kaynaklanan felaketlere etkisinin içten sorgulanmamasının sebebi de Batılı sömürge anlatılarının baskınlığıydı. Bu, çatışmanın tepeden yönetilebilirliğine yol açtı ve bu çatışmalara dair Batı merkezli anlatıların baskınlığı, onlarca yıldır çatışma çözümsüzlüğünün yeniden üretilmesine yardımcı oldu.

Dağlık Karabağ sorununun mevcut aşamasında, Ermeni-Türk-Azeri ilişkilerinin eski mantığını tersine çevirmeye çalışılıyor. Bu, her şeyden önce Batı’nın bölgedeki siyasi egemenliğini gözden geçirme arzusundan kaynaklanıyor. Esasında, bir ekonomik bölge (işbirliği) oluşturmaya çalışılıyor. Bu 3+2 (3) formatındaki ülkeleri [Rusya-Türkiye-İran, Ermenistan-Azerbaycan (Gürcistan)] birleştirmekle kalmayıp, eski Sovyet topraklarında, Hindistan ve Çin’e kadar uzanan yeni ekonomik dağılım oluşturabilir. Bu olası işbirliğinin, liberal kapitalist ekonomiyi devirme iddiası olmasa da, ve hatta onun bir yüzü veya uzantısı olsa da, eğer kapitalizmin mantığı yer yer sorgulanırsa, tek merkezli Batı siyasi hegemonyasını tehlikeye atabilir. Kapitalizmin içinde tek merkezli sistemin bozulması, onun bir bütün olarak kaskatı kalmasından daha iyidir.

Aynı şekilde Ermenistan-Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin normalleşmesi ve sınırların açılması, ilişkilerin tamamen olmayışına ve savaş durumuna kıyasla olumlu bir ilerlemedir. Ancak, şimdi de bu üç ülkenin ilişkilerinin normalleşmesinin elitler düzeyinde gerçekleştiğini görmezden gelmek mümkün değil. Zamanında bahsi geçen ilişkilerin bozulması da elit bir fenomendi. Kin ve düşmanlık atmosferi geniş kamuoyuna tepeden aşağıya yönlendirilmiş ve sistematik bir biçimde ulaşmışsa da, ilişkilerinin normalleşmesine giden bu aşamada bahsedilen üç ülkede de sistematik bir şekilde tezahür eden faşizm politikalarının gözden geçirilmesine yönelik girişimler yok gibi görünüyor. Ne devlet mekanizmasına gözle görülür şekilde yakınsanmış kuruluşlar, ne de büyük ölçüde iktidarın yeniden üretilmesinde aktif rol oynayan sivil toplum kuruluşları, fonlar, medya vb. bu işi yapmak için acele ediyor.

İlişkilerin normalleşmesi ekonomik ablukanın kalkması ve sermaye dolaşımı demektir, bu da sermayenin yeniden tahsisine yol açacaktır. Fakat bu normalleşme, tepeden yönlendirilen insani ve toplumsal düşüncenin eleştirildiği ve gözden geçirildiği anlamına gelmiyor. Her üç toplumda da tepeden yazılan tarih [history from above] klişeleri, oryantalist sömürge politikalarının sonucunda oluşan benlik algıları henüz dokunulmazlıklarını koruyor. Her üç devletin de gerek Osmanlı’da Ermeni tehcir ve kitlesel katliamlarına, gerek Ermenistan, Azerbaycan ve Dağlık Karabağ bölgesinde (daha sonra tanınmamış cumhuriyet) yukarıdan organize edilmiş etnik temizliğe ve şiddete normalleşme sonucunda siyasi değerlendirme yapacağını, bunları tanıyacağını, kınayacağını beklemek zor. Bu konuların askıya alınması ilişkilerin normalleşmesi için büyük tehlike oluşturuyor. Kapitalist yeni-sömürgecilik uygun zamanda ve uygun yerde kendi çıkarlarına hizmet edecek çatışmalar yaratmak için boşluklara ihtiyaç duyar. Şu an devam eden aktif normalleşme süreçlerine rağmen genel halkın bunun dışında bırakılmasının nedeni de muhtemelen budur. Son Karabağ savaşında ise, tam tersine, savaş etrafında açık bir kamuoyu konsolidasyonu vardı. Hem Ermenistan hem Azerbaycan düşman imajını en ‘başarılı’ şekilde kullanarak iktidarlarının etrafında toplumun neredeyse her kesimini dahil eden geniş bir konsolidasyon sağladılar. Aynı şekilde, onlarca yıl boyunca Dağlık Karabağ ile ilgili barış müzakerelerini toplumların buna hazır olmadığı gerekçesiyle başarısızlığa mahkûm ettiler. Ve kimse bu toplumların günümüzde normalleşme süreçlerine en azından neden engel olmadığını sormuyor. Örneğin Ermenistan’da savaşı kaybeden siyasi güç, oy çokluğuyla yeniden iktidara geldi. Yerevan’da Ermenistan-Türkiye normalleşme sürecine yönelik görüşmelere karşı protesto veya eylem yapılmıyor. İki yıl önce insanlar seferber olup Karabağ’a gitmezse ‘Türk kılıcının Ermeni çocuklarının beşiklerine gireceğini ve onları keseceğini’, Avrupa, Ermenilere yardıma gelmezse Türklerin Viyana duvarlarına dayanacağını son derece açık metinle söyleyen ve tehditler savuran aynı hükümet şu an ilişkilerin normalleşmesine doğru ilerliyor. Bu, siyasi kültürün bütün sahteciliğini ve manipülasyonunu gösteriyor. İnsanlar bu manipülasyon ve sahteciliğe kurban gidiyor. Batılı sömürge anlatılarının ve/veya bunlardan etkilenmiş ulus devletlerin ideolojik temellerinin yakın gelecekte Ermenistan-Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin gündeminden çıkacağına dair umut ve şansın yüksek olmadığı doğru. Bu anlatıların ne kadar baskın görünürlüğü olsa da, sadece bunlarla sınırlı değiller. Halklar daha fazla savaş ve kapalı sınır istemiyorlar. Düşmanlık ve kin yapaydır; Ermenistan, Türkiye ve Azerbaycan halkları barış ve dostluğun olduğu istikrarlı bir döneme hep birlikte girebilir. Bu ütopik görünse de, bunu hak ediyorlar. Kendi ütopyalarının olmasını da hak ediyorlar.

(AGOS - GAYANE AYVAZYAN – 31.1.2022)

Bu yazı toplam 1653 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar