Josef Kassabis yazdı.. “Böylesi bir Makarios varken, Grivas’a kim ihtiyaç duyardı?”
Kıbrıslı Maronit arkadaşlarımızdan Josef Kassabis, “Böylesi bir Makarios varken, Grivas’a kim ihtiyaç duyardı?” başlıklı sosyal medya paylaşımını, ricamız üzerine genişleterek kaleme aldı… Josef Kassabis, özetle şöyle yazdı:
“Böylesi bir Makarios varken, Grivas’a kim ihtiyaç duyardı?
Makarios, 6 Şubat 1967 tarihinde yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Herşeyin Rumlar’ın elinde olduğu bir Kıbrıs’ta, hangi yeni Türk kuşağı yaratılabilir ki? Onlar ne kadar dayanabilir? Şunu kesinlikle söyleyemem belki, yani 3-5 ay içerisinde Türkler’in teslim olacağını söyleyemem ancak bu tarz bir sonucu da tamamen dışlayamam… Moralleri çok bozuktur…” (Yiannos N. Kranidiotis – “The Cyprus Problem” – 1960-1974”)
“Türkiye’ye gittikleri zaman bu (gençlerin geri dönüşünü) biz kabul etmiyoruz. Şu ana kadar biz bu Türk öğrencilerin Kıbrıs’a dönüşüne izin vermedik, Türkiye’deyken askeri eğitim aldıkları gerekçesiyle böyle yaptık…” (Yiannos N. Kranidiotis, “The Cyprus Problem”, 1960-1974, sayfa 375)
Canlı bir Kıbrıslırum tanığın ağzından, kelime kelime aktarılan ve yazdığı çok ağırlıklı bir kitapta yer verilen Makarios’un yukarıdaki açıklamalarıyla 2-3 sene önce karşılaşmıştım, sürpriz verici bir şeydi bu benim için… Şoke edici biçimde aydınlatıcıydı benim için… Adil olmak gerekirse, hafif bir şoktu bu… Ergenlik yıllarımda nefret ettiğim Grivas’a karşı duran bir şahsiyet olarak ona duyduğum saygı, Birleşik Krallık’taki öğrencilik yıllarımda hiç eğilip bükülmeden savunmuş olduğum bu adama duyduğum saygı sarsılmıştı…
Evet, insanın gözünü açan cinstendi bu açıklamalar… Onun bu kadar belirgin ve bu kadar resmi tarzda böylesi açıklamalar yapabileceğini düşleyememiştim. Oysa geçmişten gelen pek çok deneyim, son derece güvenilir tanıkların ilk elden yaşamış olduğu ve anlattıkları pek çok anekdot da bununla uygun düşüyordu… Bunlar tek tek olaylardı, resmi olmayan bazı durumlardı, özel durumlardı, “off the record” durumlardı… Oysa bu mümkün olduğunca resmiydi – hem sistematik, hem temsiliydi… Makarios’un 1970’li yıllarda kafamdaki kahramandan 2020 yılında bir caniye dönüşmesini tamamlıyordu bu süreç…
Ülkenin başına gelenlerden ötürü, o kritik yıllarda korkunç bir sorumluluğu vardı onun – hem öncesinde, hem bunlar oluşurken, hem de oluştuktan sonra… Yüzde 90’dan fazla oy alarak Cumhurbaşkanı seçilmişti… Elinin altında kullanabileceği korkunç bir güç vardı… Bunu iyi yönde veya kötü yönde kullanabilirdi… Geçmişte onun bu gücü Grivas’a karşı kullanmasından ötürü ona hayrandım… (Bunu yapabildiği ölçüde yani… Grivas’ın karşıtı idi, onun müttefiki olmak yerine…) ancak şimdi bu tek artıya bakılmaksızın, gücünü ağırlıkla daha kötüsü için kullanmış olduğunu görebiliyorum… Grivas’ın canilikleriyle ilgili olarak tüm bu zaman boyunca ben hatalı imişim: bir bütün olarak bakacak olursak, Devletin Cumhurbaşkanı’nın tümden sorumluluğu %90’dan fazlaydı, Devlet’in sona erdiği noktada, bu sorumluluk daha da büyüktü…
Bu vardığım sonuca nasıl varamam ki , Devletin Cumhurbaşkanı olarak, yurttaşlarının yarısı için bu söylediklerini okuduktan sonra…”
(İngilizce’den Türkçe’ye özetle çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN)
ESKİ FOTOĞRAFLARDA KIBRIS…
“Çok alemdiler… Anneannem tez canlı, dedeciğim sakindi…”
Belgin Demirel arkadaşımız, bayram nedeniyle çok sevdiği neneciği ve dedeciğinin bu güzel fotoğrafını ve bu fotoğrafın hatırlattığı anılarını paylaştı sosyal medya sayfasında… Neneciği Zehra Yeşilada ve dedeciği Tahir Yeşilada’yla ilgili olarak Belgin Demirel, şöyle yazdı:
“Çok alemdiler. Anneannem, (ki biz ona hep ‘Büyükanne’ demiştik) tez canlı, pratik çözümleri olan birisiydi. Dedeciğim ise sakindi, geniş yürekliydi. Sakinliğinin bir nedeni de kulaklarının ağır işitmesiydi belki de. Onun geniş yürekliliği büyükannemin öfkelenmesine sebep olurdu çoğu zaman. Büyükannemin öfkeli tavır ve konuşmalarına karşılık olarak dedem, güler yüzle, “Be garı, sen bu akıldan farı” derdi. Kafiyeli konuşmak onun özelliğiydi. Bir diğer özelliği de okumaya düşkünlüğüydü. “Kıçımdaki pantolonu satmam gerekirse satacağım, çocuklarımı okutacağım” dermiş. Öyle de yaptı. Pantolonunu satmadı, ama altı erkek çocuğunun üçü liseyi, diğer üçü de üniversiteyi bitirdi. Rahmet ve sevgi ile andığımız Ekrem Yeşilada dayım, Gönyeli’den yüksek öğrenime giden ilk kişi oldu.
Halkın Sesi ve Bozkurt gazetelerinin yayında olduğu 60’lı 70’li yıllarda, her gün almak için bisikletle Lefkoşa’ya giderdi. Çünkü bisiklet de onun ayrılmaz parçasıydı. Bizim de okumamızı istediği bölümleri tükenmez kalem ile çerçeve içine alır, yazın sıcağına, kışın soğuğuna aldırmadan, bisikletle gelip, gazeteyi bırakırdı. Yazılar ya havucun faydaları, ya da Atatürk İnkılapları gibi konulardı çoğu zaman. Çünkü hem beslenmesine meraklı idi, hem de milliyetçi bir düşünceye sahipti. Göğsünde büyük bir Türk bayrağı dövmesi vardı. “Ya istiklal ya ölüm” yazardı bayrağın altında.
30’lu yıllardan itibaren İngiliz askeri olarak görev yaptı. 40’lı yılların sonunda Süveyş’te bulundu. Daha sonra Dikelya İngiliz üssünde çalıştı. İngiliz kelimesini, ‘Gahbe’ sıfatı ile birlikte kullandı hep. ‘Gahpe İngiliz’ diyordu, ama pek çok alışkanlık ve prensibine sinmişti İngiliz.
Onun, üniformasını saatlerce ütüleyip, kolalamasını, düğmelerini özel ilaçlarla parlatışını oturup seyrederdik. Ayin gibi yapardı. Emekliliğinden sonra bu titizliğini öğle yemeği hazırlıklarına kaydırmıştı. Saat ikide yiyeceği yemeğin hazırlığına on ikide başlardı. Salatasını doğraması, ekmeğini gabira etmesi, masayı hazırlaması görülmeye değerdi. Yemeğini yedikten sonra ona dünyanın en lezziz yiyeceğini ikram etseniz bile ağzına sokmazdı.
Tez canlı büyükannem, onun bir yemek için saatler harcamasına birşeyler bulup söylerse, “Be garı, hacı torunuyum, yapma böyle! Bedduam tutar” diyerek gülümserdi.
Varlıklı bir aile çocuğuydu. Hacı Tahir’in torunuydu. Gönyeli’de ciddi bir mal varlığı vardı annesinin. Buna rağmen, çocukken annesinin fırından çıkardığı sıcak ekmekleri bir odaya kilitleyip, kendilerine hep eski ve küflü ekmekleri yedirdiğini söylerdi. “Anne, çok güzel kokar, bu seferlik de sıcaktan yeylim” diye yalvardıklarını, ama büyük nenemizin belli ki yüreği çorakmış, onları dinlemediğini söylerdi.
Dedeciğim hiç annesine benzemedi, hep adildi ve insan sevgisi ile doluydu.
Modern biriydi. Çocuklarına Atatürk Devrimleri’nden etkilenerek, modern kıyafetler diktirir, şapka giydirirdi. Köyde eşine çarşafı ilk çıkarttıranlardandı. “Evlilik ikbale benzer, bana en iyisi çıktı” derdi büyükannemi göstererek.
Oysa büyükannemin bu beraberlikten çok memnun olmadığını düşünürdüm hep. On çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve ailenin yükünü çekmişti. Kendisi de yedi çocuk doğurmuş, eşi asker olduğu için, onları neredeyse yalnız büyütmüştü. Koşulları zordu. Buna rağmen akıllı ve pratik çözümleri olan bir kadındı. Kendi başına dikiş öğrenip, hem çocuklarının giyeceklerini dikti, hem de bu yolla aile bütçesine katkı sağladı. Herkes bayramlıklarını ona diktirirmiş. Çoğu arife gecesini hiç uyumadan, bayramlık dikerek geçirirmiş. En sona kendi çocuklarının giysileri kalırmış. Dayılarım, “Anne, adamlar camiden çıktı. Daha bitmedi mi giyeceklerimiz?” deyip bekleşirlermiş.
Yedi çocuklu bir evin işi ve dikiş kolay değildi kuşkusuz. Bu konuda da pratik çözüm üretmiş büyükannem; üçüncü çocuk ve tek kız olan annemi, son sınıfı bitirmeden, “Bitlendin” diyerek, ilkokuldan almış. Böylece evin işlerini paylaşacağı bir yardımcısı olmuş.
“Adet günüm geçti, ben gene gebeyim” dediğinde, dedem, “ Bir şey değil, millet çoğalsın” dermiş. Bir defasında canına tak etmiş, çocukları alıp, hanaya yatmaya çıkmış büyükannem. Kapıyı da pekilemiş dedemi uzak tutsun diye. Fakat dedem, hemen çözüm üretmiş ve merdiven dayayıp, yaz gecesi açık olan pencereden içeriye sızmış. Bu yüzden, bizim ailenin büyüklüğü, merdivenin boyu ile orantılı gitti diye düşünüyorum hep.
Okuma yazması olmadığı halde ev ekonomisini büyükannem yönetti. Eskiyi bozup, yeni yapmakta üstüne yoktu. Yıkanan çamaşırları dürerken, mutlaka yanında iğne iplik kutusu olurdu. “Bir ilmek on ilmek kurtarır” diyerek, söküleni kopanı dikerek, bize yol gösterici oldu.
Kar gibi bembeyaz, tertemiz örtülerin içinde, uzun süre mücadele ettiği kanserden 1990 yılında vefat etti. “Yemeyin canınızı temizlik için, kendinizi düşünün!” derdi. Arife temizliği için de, “Bayram hanaya çıkacak değil” derdi.
Her arife, sözleri kulaklarımda çınlar. Günü sevdiğim dostlarımla, sevdiğim yerlerde dolaşarak geçirmeye çalışırım. (Bu yıl hariç)
“ O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler” demişti Yaşar Kemal. Dedeciğim de, o güzel insan da bisikletine binip, gitti. Araba çarptı, bisikletten düştü. Bir hafta sonra geçirdiği beyin kanamasından sonra 1986 yılının Kasım ayında vefat etti.
Yüreğimize sevgisini, Gönyeli’de bir bölgeye de adını bırakarak gitti: Yeşilada Arsaları... 39 yıldır bu bölgede oturan bir angonileri olarak, onları yalnızca arife veya bayramlarda değil, her gün sevgi ve hürmetle anıyorum. Huzurla uyusunlar...”