Kabare Kıbrıs: Bir Eleştiri Denemesi
Kabare Kıbrıs: Bir Eleştiri Denemesi
Tufan Erhürman
Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun (LBT’nin) “Kabare Kıbrıs” adlı oyununu son gecesinde de olsa izleme fırsatı bulabildiğim için çok mutluyum. Bence, daha önce defalarca yaptığı gibi, yine çok önemli, üzerinde konuşulmadan geçilmemesi gereken bir iş ortaya çıkardı LBT. Hatırlayabildiğim kadarıyla “kabare” tarzı çok denenmiş değil Kıbrıs’ta. Daha başlarken söylemeliyim ki son derece başarılı bir denemeydi. Danslar ve müzik oyuna çok iyi yedirildi. Bu noktada Ersen Sururi’nin katkısını asla es geçmemek gerek. Bu arada, başta Barış Refikoğlu ve Özgür Oktay olmak üzere tüm oyuncuların seslerini çok iyi kullandıkları ve Zeliş Şenol’un yalnız sesiyle değil, oyunu ile de göz doldurduğu özel olarak vurgulanmalı bence.
Ayrıca oyunun temposu da övgüye layıktı gerçekten. Baştan sona seyirciyi hiç sıkmayan ve ilgiyi sürekli diri tutmayı başaran, son derece enerjik bir performanstı. Bunlara ek olarak, üç duayenin (Yaşar Ersoy, Erol Refikoğlu ve Osman Alkaş) ustalıklarıyla, LBT’nin orta ve genç kuşaklarının hiç açık vermeyen oyunculukları hem büyük bir keyif, hem de gelecek için umut verdi. Bu arada Erol Refikoğlu’nun “meclis sahnesi”nde hemen hemen hiç konuşmadan, özellikle mimikleriyle ortaya koyduğu performansı ve Yaşar Ersoy’un “sınıf sahnesinde”ki ustalığını altını çizerek anmadan geçemeyeceğim doğrusu.
Bir politik tiyatro denemesi olarak da çok başarılıydı oyun. Ancak bu açıdan yapılacak değerlendirmeyi iki kısma ayırmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Yukarıda da sözünü ettiğim, İslami esaslara dayanan eğitimi konu alan “sınıf sahnesi”ne kadar Kıbrıs’ın kuzeyinde olan biteni eleştirel bir gözle ortaya koyan kısmı birinci kısım olarak ele alıyorum. Bu kısmın önemli bir bölümünün LBT oyuncuları tarafından kaleme alındığını sanıyorum. Kanımca çok başarılı bir metin çıktı ortaya. Toplumun tüm kesimlerine yönelik eleştirel bakış kesinlikle didaktik olmayan, “öğreten adam”lığa ve endoktrinasyona soyunmayan bir dille sergilendi. Ganimetçilik, neme lazımcılık, yalakalık ve vurdumduymazlık kanımca bundan daha güzel anlatılamazdı. Dil, biçem, biçim ve konu son derece uyumluydu. Özellikle bu kısmın ortalarında dillendirilen “yarası olan gocunsun. Dileyen kıssadan hisse çıkarsın” cümlelerini duyduğumda, gayri ihtiyarı salona dönüp bir göz gezdirdim. “Kim bilir kaç ganimetçi, kaç neme lazımcı, kaç yalaka, kaç vurdumduymaz var aramızda” diye düşünmeden edemedim doğrusu. Ama herkes aynı anda kahkahalarla gülüyor, kimse üstüne alınmıyordu görebildiğim kadarıyla. Toplumun geneline hâkim olan vurdumduymazlığın onun bir parçası olan biz izleyiciler için de söz konusu olmasına şaşmamak gerekiyordu herhâlde!
Bu kısmın başarısını, Genco Erkal’ın politik tiyatro ile ilgili bir mülakatta söyledikleriyle bağdaştırmak zor değil. “Brecht büyük bir mizahçıydı. Hiçbir şeyi komik olsun diye yazmamış ama çok komik. Hayata eleştirel bir bakış sunduğu için, ister istemez o bakış gülmece unsuru içinde belirleniyor. En ciddi konuları anlatırken bile muzip ve haşarı bir çocuk bakışı var. Bu işimize çok yaradı. Biz de didaktik ve ders veren bir tavır takınmıyoruz” diyordu Büyük Usta. Erkal’ın, özellikle son dönem oyunlarında bu söylediklerini ne kadar hayata geçirebildiğinden emin değilim doğrusu. Ama politik tiyatro hakkında söylediklerine tamamen katılıyor ve Kabare Kıbrıs’ın ilk kısmını bu noktadan hareketle son derece başarılı buluyorum.
Bununla birlikte, özellikle Aziz Nesin’in öykü ve şiirlerinden esinlenilen ikinci kısım için aynı şeyleri söylemek kanımca kolay değil. Bu kısımda da, oyunculuğa, müzik, dans ve tiyatronun dengeli ve keyifli bir biçimde bir araya getirilmesine diyecek tek bir olumsuz sözcük bulamıyorum. Ancak seçilen metinler ve bu metinler tarafından belirlenen dil ve biçemin Genco Erkal’ın politik tiyatro konusunda yukarıda aktarılan görüşleriyle uyumlu olduğunu söylemekte güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.
Bu kısımda, oyunun başından beri hâkim olan eleştirel dil, hızla yerini didaktikliğe bırakıyor ve LBT, politik tiyatronun dünyanın her yerinde zaman zaman düştüğü hataya düşmekten kendini alıkoyamıyor bence. Didaktiklik, İslami esaslara göre eğitim verilen “sınıf sahnesi”nde ve özellikle de Aziz Nesin’in “Dur Bakalım Ne Olacak” adlı öyküsünün ve “Atam İzindeyiz!” adlı şiirinin oyunlaştırıldığı sahnelerde sırıtmaya, dahası “ötekileştirme”yle buluşmaya başlıyor.
Ne demeye çalıştığımı daha iyi anlatabilmem için bu üç sahneyi üç ayrı başlık altında ele almak istiyorum:
“Sınıf Sahnesi”
Yaşar Ersoy’un İslami esaslara göre ders veren hocayı ustalıkla canlandırdığı ve genç oyuncu Osman Ateş’in performansının dikkat çektiği bu sahnede, eleştirel perspektif, yerini, din temelli eğitimle bilim temelli eğitim arasında kurulan bildik modernist dikotomiye bırakıyor. Yaratılışa ilişkin dinsel açıklamalarla Darwin Teorisi’nin karşılaştırıldığı bu sahnede, Türkiye’deki aydınlanmacı/modernist geleneğin bütün klişeleri bir bir sergilenirken, insan, ister istemez, Frankfurt Okulu’nun, Tanrı’nın yerine sorgulanamaz “akıl”ı yerleştiren modernizme yönelik eleştirisinden izler arıyor ama maalesef bulmak mümkün olmuyor. Bu eleştiri, elbette, “bir oyunda bütün felsefi tartışmaların aktarılmasını beklemek haksızlık olur” karşı eleştirisiyle karşılanabilir. Ama Kıbrıs’ın kuzeyinde bugüne kadar hâkim olan ulusçu/Kemalist eğitim sisteminin de en az sergilenen İslami esaslara dayanan eğitim sistemi kadar ezberci olduğuna ve sorgulamayı dışladığına hiç değinilmeden geçilmiş olması, modern-premodern dikotomisi içine hapsolmanın politik tiyatroyu nasıl bir açmaza sürükleyebileceğini sanırım açıkça ortaya koyuyor.
“Atam İzindeyiz” Sahnesi
Nitekim, modern-premodern dikotomisinin içine hapsolmak, oyunu, Aziz Nesin tarafından yazılan “Atam izindeyiz” şiirinin oyuncular tarafından askeri bir nizam içerisinde, asık suratlarla okunmasına kadar vardırıyor. Tam da bu sahnede, Kemalizmin otoriter ve militarist algılanma biçimi, en çıplak hâliyle zuhur ediyor. Oyuncuların huşu içerisinde okuduğu bu şiir, ister istemez, her sabah okul bahçelerinde okunan “Andımız”ı hatırlatıyor. O huşu, o asık-ciddi suratlar, o nizam-intizam ve Kemalizm’e yönelik övgüler, politik tiyatronun eleştirellikten koptuğu ve didaktiklik batağına saplandığı anı da ortaya koyuyor bence. Bu sahneden sonra, bu ülkede dinden değil ama ulusalcılıktan ve aklın Tanrısallaştırılmasından beslenen eğitim sisteminin de eleştirel bir biçimde yansıtılmasını beklemek tabii ki anlamsızlaşıyor.
“Dur Bakalım Ne Olacak” Öyküsünün Canlandırıldığı Sahne
Oyunun son bölümü tamamen Aziz Nesin’in “Dur Bakalım Ne Olacak” adlı öyküsüne ayrılmış. Meraklılarına, bu öyküyü bulup okumalarını öneriyorum. Bence pek çok açıdan eleştiriye açık bir kurgusu var öykünün. Ama özellikle iki konuda ciddi biçimde tartışılması gerekiyor.
Öncelikle, Araplarla ilgili klişelerin bu denli sorgusuz sualsiz kullanılmasının ciddi bir sıkıntı yarattığını söylemem gerek. Zengin, kadın düşkünü, uçkurundan başka hiç bir şey düşünmeyen Arap imajı, Osman Alkaş tarafından ustalıkla canlandırılıyor. Ama usta oyuncunun performansı elbette bir halkın böyle bir klişeyle damgalanmasının ve ötekileştirilmesinin başlı başına sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Öykünün mutlaka tartışılması gereken ikinci yönü, kadına ve kadın cinselliğine ilişkin bakışı. Aziz Nesin, öyküde, “dur bakalım ne olacak” diyerek, hareketsiz bir biçimde, mücadele etmeden bekleyen bir toplumun başına gelenleri, bir kadının aldatılarak “iğfal edilmesi”yle benzeştiriyor. Bu bölümde kadına ve kadın cinselliğine yönelik klişeler ortaya saçılıyor. “Aptal toplum”-“aptal kadın” benzeştirmesi de, kadının cinsel ilişkiden zevk almasını sağlayan penetrasyon hadisesinin aşağılanma ve yenilmeyle örtüştürülmesi de ciddi biçimde sorunlu. Aynen yukarıda Osman Alkaş için söylediğim gibi, burada da Hatice Tezcan’ın usta oyunculuğu bu sorunları ortadan kaldırmaya elbette yetmiyor.
Sonuç
Tiyatro benim uzmanlık alanım değil. Uzmanlık alanım olmayan bir konuda haddimi aşmaktan ciddi biçimde korkuyorum. O nedenle eleştirilerimi tiyatro sanatıyla ilgili konulara değil, metnin sorunlu gördüğüm yanlarına yoğunlaştırmaya çalıştım. Kaldı ki, bir tiyatro sever olarak, oyunu ve oyuncuları her yönüyle çok beğendiğimi, sevdiğimi bir kez daha vurgulamak istiyorum. Kabare tarzının ve politik tiyatronun LBT tarafından bu kadar ustalıkla denenmiş olması beni bir Kıbrıslı Türk tiyatro sever olarak ziyadesiyle mutlu etti doğrusu.
Ama ikinci kısımda seçilen metinler ve o metinlerden yansıyan dil için aynı şeyi söylemekte güçlük çekiyorum. Politik tiyatronun eleştirel dilini kaybettiği, didaktikleştiği, öğretmeye, endoktrinasyona yöneldiği yerlerde sıkıntı yaşadığını düşünüyorum. Özellikle modern-premodern dikotomisi içerisine sıkışan “aydınlanmacı”, “modernist” dilin, eleştirel düşünceyi ketlediği, izleyiciyi pasifize ettiği, nesneleştirdiği kanaatindeyim. Bu arada bu dilin ötekileştirmeye, klişelere açık ve kadın sorununa karşı duyarsız yanlarının asla gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Ve nihayet, hem büyük keyifle, hem de yoğun bir biçimde düşünerek izlediğim bu oyun için LBT’ye bütün kalbimle teşekkür etmek istiyorum. Bu arada, oyunu ve oyuncuları, Türkiye’den gelen pek çok oyundan ve oyuncudan çok daha başarılı bulduğumun altını da özenle çiziyorum.
***
http://agorakitapligi.blogspot.com/2012/02/genco-erkal-politik-tiyatronun-yeniden.html, erişim tarihi: 27.4.2013.
http://www.aymavisi.org/hikaye/DUR%20BAKALIM%20NE%20OLACAK%20Aziz%20Nesin.html, erişim tarihi: 27.4.2013.