Kaç KKTC yurttaşı yapılacak?
Bu yılın Mart ayıydı.
İçişleri Bakanı Kutlu Evren “göreve geldikten sonra binden fazla yurttaş kaydettiklerini” açıklamıştı.
Hemen hemen her Resmi Gazete’de “yeni yurttaş” kararlarını haberleştiriyoruz.
Durmadan devam eden bir furya var.
Kutlu Evren pek ortalarda görünmeyen bir bakan.
Basınla arası iyi değil.
Röportaj vermiyor, Meclis’te kürsüye de çıkmıyor.
Ancak yönettiği bakanlık ve aldığı kararlar kendisine gizlenme hakkı tanımıyor, bu çok açık.
Basın önünde sorular soruluyor, bizzat bu memleketin milletvekilleri tarafından…
Sessizlik…
Bir ara “önümüzde yığıldı” diye şikayet etmişliği de vardır.
Hatta evlilikten kaynaklanan ‘doğal yurttaşlık hakkı’ başvurularının çok fazla olduğunu da eklemişti.
Esasen ‘çalışma izni’ ile başvuran ve 10 yılın üstünde izin belgesi bulunanların sırada olduğunu anlatmıştı bakan bir açıklamasında…
Yıllardır burada yaşayan ya da burada doğan insanların yurttaşlığa alınması elbette doğal bir hak olmalıdır ama bu “hak” kimi zaman çok farklı bir tartışmayı da beraberinde getiriyor.
Hak nedir ve bir hak verilirken diğer hakkı ihlal eder mi?
Hiçbir ülkenin tanımadığı KKTC’nin yurttaşlığı neden bu kadar kıymetlidir sorusu da akla geliyor hiç kuşkusuz.
Ya da bir başka değişle, bir başka açıdan bakalım; bu devletin varlığına inanmayan muhalifler neden sağın yurttaşlık siyasetine tepki göstermektedir?
Yeniden yerimizi değişerek soralım, bu adada doğup da vatandaşı olmadan böylesi zor bir ülkede yaşam sürmek neredeyse imkansız değil midir?
***
“Hak” ya da “mağduriyet” denilen kavramlar bu meselede aslında iç içe geçmiştir.
Bir grubun ‘insani hakkı’, diğer grubun bir başka hakkının ihlaline yol açabiliyor kimi zaman…
Zamanla bu adada doğup, büyüyüp de vatandaş olamayanların gerçekten insani olan sorunu diğer grubun siyasal irade sorununu ile çakışabiliyor.
KKTC denen yapı aslında tam da bu karmaşık sorunların bir sonucu değil mi dediğinizi duyar gibiyim!
Elbette insani açıdan durumu yorumlamalıyız ancak sadece bir gurubun insani hakkı olarak bakmak yeterli olmayacaktır.
Konu bütünlüklü bir yarar, bütünlüklü bir fayda olarak sorgulanırsa aslında ciddi hak ihlallerinin olduğunu göreceğiz.
Kıbrıslı Türklerin kendi vatanında yalnızlaştığı, kendi ülkesinde ifadesizleştirildiği bir büyük hak ihlali yaşadığını görmek zorundayız.
Mesele sadece ‘insani’ sorun olmaktan öte, bir hukuk/hukuksuzluk meselesinden çok daha geniş perspektifte bir irade sorunudur.
On yıllardır devam eden bu süreç, sağcısından solcusuna, federalistinden KKTC’cisine kadar her bir Kıbrıslı Türkü ‘yok olma’ endişesi ile baş başa bırakmıştır.
Artık yurttaşlık siyasetine ‘endişeli bakış’ salt solcuların değil, topyekûn Kıbrıslı Türklerin ortak bakışıdır.
Arada sadece söylem ve ton farkı vardır.
Çünkü Kıbrıslı Türkler 50’lerden bu güne adada bir var olma ve egemene karşı direnerek varlığını koruma kavgası vermektedir.
Bu kavga zaman zaman silahla, zaman zaman kültürel mücadele ile zaman zaman da siyaseten sürmektedir.
‘Egemen’ kimi zaman Kıbrıs Rumları, kimi zaman İngilizler kimi zaman da Türk siyasetidir.
Kıbrıslı Türklerin dünya hukukundaki tek geçerli varlık nedeni Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de doğuran 1959-60 antlaşmaları ve alınmış BM Güvenlik Konseyi kararlarıdır.
Bu zemin ve anlaşmalar Rumlara ‘devlet olma’, İngilizlere ve diğerlerine ‘garantörlük’ tanımıştır.
Kıbrıslı Türklere ise ‘vatandaş ve devletin kurucu üyesi olma’ şansını tanımıştır.
Ve o anlaşma da oradadır, yurttaşlık hakkı da yerindedir, mevcuttur.
Kısacası demem o ki yurttaşlık hakkı o devletin üyesi olma hakkının bir izahıdır.
Böylesi bir uluslararası hak ve zemin varken kuzeyde yaratılan yurttaşlık siyaseti tamamen yapaydır.
***
Kuzeydeki yurttaşlık sürecini besleyen birkaç temel niyet vardır.
Birincisi sağ siyaset bu yöntemi kendilerine oy yaratma aracı olarak görmüştür ki, şimdi UBP denen yapının başına bela olan YDP de bu durumun bir sonucudur.
İkinci neden ise ‘şimdiki egemenin’ (ki zaman zaman değişen egemendir bu) Kıbrıslı Türkleri istediği gibi yönetme ve istediği yöne yönlendirme planıdır.
Yani bize dayatılan hep azınlık olma baskısıdır.
Bu 50’lerde de aynıydı, 60’larda da, 70’lerde de, 2000’lerde de…
Pek tabii insani durum tartışmasız hassasça ele alınmalıdır ancak fotoğrafın bütünü planlı bir harekatın sonucudur.
Bu durum, derin kaygı, derin endişe ve derin güvensizlik olarak da karşımızda durmaktadır.
Eski ya da yeni egemene karşı bir güvensizlik, bir inanç eksikliği bir karşıtlık…
Eski egemene güvenmeyenlerin “sağcı” yeni egemene güvenmeyenlerin “solcu” sayıldığı karmaşık ve anlamsız bir siyasi yelpaze de bu sağlıksız/acayip durumun neticesidir.
Bu gidişatı kim durduracak?
İşte bu sorunun yanıtını kimse bilmiyor.