Kadın Cinayetleri ve Yaşam Hakkı
Türk kültüründe bulunan ataerkil anlayış çerçevesinde, kadınlara yönelik şiddet içeren davranış şekli tolere edilmekte ve hatta meşru kabul edilmektedir.
Gamze Çelenk
[email protected]
İngilizceden çeviren: Seda A. Refik
Kadına yönelik şiddet küresel bir gerçek olmakla birlikte bazı ülkelerde bu tür şiddet olayları daha fazla yaşanmaktadır. İşe bir tanım ile başlayacak olursak, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinmektedir), kadına yönelik şiddeti şu şekilde tanımlamaktadır:
“Kadınlara yönelik ayrımcılığım bir türü ve bir insan hakkı ihlalidir, ve kamusal veya özel hayatta meydana gelen baskı veya rastgele özgürlüğünü engelleme de dahil kadınların fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına gelir."
Şiddeti gerçekleştiren bir aile üyesi veya eski/mevcut eş veya partner (aynı yerde yaşayıp yaşamadıklarına bakılmaksızın) ise, buna ev içi şiddet adı verilmektedir. Her ne kadar da bu kısıtlama Türkiye’deki kadınların bir yabancı tarafından uygulanacak şiddete maruz kalma tehditi altında olmadığı anlamına gelse de (2015 yılındaki Özgecan Aslan olayı gibi), bu çalışma mevcut veya eski eşleri/partnerleri tarafından ölümcül şiddete uğrayan kadınlarla ilgilidir. Özellikle bu gruba odaklanma sebebi ise “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” isimli önde gelen bir kadın platformunun 2019 yılında Türkiye’de öldürülen kadınların %99’unun eşleri/partnerleri, babaları ve erkek kardeşleri tarafından öldürüldüğünü ortaya koymasıdır. Bu kadınların %47’si partnerleri tarafından öldürülürken %60’ı ise cinayete kurban gittiklerinde kendi evleri içerisindeydi. Yine bu platforma ait istatistiklere göre, 2019 yılı 2008 yılından bu yana erkekler tarafından öldürülen kadın sayısının en üst sayıya ulaştığı yıl olmuştur. Buna karşın, zaman ve kelimelerin 474 adet olayı anlatmaya imkan vermemesinden ötürü, burada basında kendine yer bulmuş sadece altı olaydan bahsedeceğim. Bu kısıtlama bir yanda eş şiddeti (IPV) olarak kabul edilen olayları kapsam dışı bırakırken diğer yanda ise Türkiye’de yaşanmış bir çok olayın yapısını ortaya çıkaracaktır.
Kadınlara yönelik aşırı fiziksel şiddetin bir şekli olarak kadınların erkekler tarafından bilinçli olarak öldürülmesi olayı 1976 yılında kadın aktivisti Diana Russel tarafından kadınların sistematik şekilde cinsiyetlerine bağlı olarak öldürülmesini vurgulamak adına “femisid/kadın cinayeti” olarak tanımlanmıştır.bu terim her ne kadar da kadınları öldüren devlet dahil tüm unsurları kapsasa da, kadın cinayetleri Türkiye’de olduğu gibi genellikle devlet dışındaki taraflarca işlenmektedir. Öncelikle söylemek gerekir ki, kadın cinayetleri, bir kadının yaşam hakkının ihlal edilmesidir ve kadınlara yönelik ayrımcılığın en ölümcül halidir. Böylelikle de bu çalışma yaşama hakkı ile Türkiye’deki kadın cinayetleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi öngörmektedir. Öncelikle yaşama hakkı ve ev içi şiddetin bu hakkı ve genel anlamda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan diğer hakları ne ölçüde ihlal ettiğini anlatarak başlayacağım. Ikinci olarak ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ev içi şiddetle ilgili vermis olduğu kararların bir özeti de verilecektir. Üçüncü olarak, 2019 yılında öne çıkan kadın cinayetlerine yönelik basında yer alan haberler temelinde Türkiye’de kadınların cinayete kurban gitme sebepleri ile devletin bu konudaki sorumlulukları açıklanacaktır. Son olarak ise, bazı sonuç bulguları aktarılacaktır.
2. Yaşama Hakkı
Kadına yönelik şiddetin ulaşacağı en büyük sonuç ölümdür. Bundan dolayı da diğer tüm hakların yerine getirilmesi bakkımından kadınların yaşama haklarının korunması zorunlıdır. Uluslararası hukuk çerçevesinde, yaşama hakkı 1948 yılında yayınlanmış olan İnsan Hakları Evrensel Bildigesi’nin 3. Maddesi altında düzenlenmiştir: “Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır”. Bu madde, Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin (ICCPR) 6. Maddesinde daha uzun bir şekilde açıklanmaktadır. 6. Madde’nin 1. Fıkrası şu şekildedir: “Her insan doğuştan yaşama hakkına sahiptir. Bu hak hukuk tarafından korunur. Hiç kimse yaşama hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz.” Nedensezlik ise öldürme eyleminin makul olmayan sebepler ile yasa dışı ve adil almayan şekilde gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. 3. Madde ve 6. Madde’ye benzer yaşama hakkı ile ilgili hükümler 1979 yılına ait Kadınlara Karşı Her Trülü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi içerisinde belirtilmemektedir. Farklılıklar olmasına karşın, yaşama hakkının keyfi duruma bağlı öldürme ile sınırlı olmadığı ve aynı zamanda da şahsi aktörlerin gerçekleştirdiği istismara karşı bireyleri korumaya yönelik pozitif yükümlülükleri içerdiğine yönelik BM insan hakları yürütme organlarında bir fikir birliği bulunmaktadır. Bu husus, erkeklerle karşılaştırıldığı zaman feminist akademisyenlerin belirttiği gibi kadınların devlet dışı aktörler tarafından hayatlarına yönelik tehlikelere daha fazla maruz kalma olasılığından ötürü önem taşımaktadır. Buna karşın, erkekler ise silahlı çatışma içerisindeki muharipler veya askerliğini yapan askerler gibi devlet tarafından yaşamı tehdit edici eylemlere tabi tutulmaya daha olası şekilde maruz kalmaktadır.
Avrupa’da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi altında yaşama hakkından 2. Madde 1. Paragraph altında şu şekilde bahsedilmektedir: “Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez”. Ikinci fıkrada ise üç adet istisnadan bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi, meşru müdafaa veya bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması; ikincisi, usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme, ve üçüncü olarak da bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması. Bu üç durum haricinde, devletin mevzuat, yürütme kurumları ve mahkemeler aracılığı ile bu hakkın korunmasına yönelik değişmez bir yükümlülüğü vardır. Ev işi şiddet özel bir alanda gerçekleştiğinden ötürü, Sözleşmenin devletlere özel kişilerin ortaya koyduğu tehdit durumlarında vatandaşlarının haklarını sağlamak bakımından pozitif görevler vermesinin önemli olduğunu ortaya koymak gerekmektedir. Sözleşme içerisinde hakların bir çok olumsuz şekillerde belirtilmesine karşın, literatür içerisinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kendi içtihatı ile pozitif yükümlülüklerin dolaylı olarak ortaya çıkabileceğini ortaya koyduğu belirtilmektedir.
Buna ek olarak, Mahkeme bu ilkeyi üç açıdan ortaya koymuştur. Öncelikle Sözleşme’nin 1. Maddesi (“…Taraflar kendi yetki alanları içinde bulunan herkesin ….açıklanan hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlar”), devletlerin bireylerin sahip olduğu temel hakları sağlamak adına pozitif adımlar atmaya mecbur olabileceğini belirtebilmektedir. Ikinci olarak ise; Mahkeme, toplumsal bağlamı da göz önünde bulundurarak bireylerin uluslararası insan hakları hukuku kontrolüne tabi olmama durumlarından ötürü devletlerin bireylerin gerçekleştireceği istismar olaylarına karşı pozitif tedbirler almasını gerekli kılabileceğini ortaya koymuştur. Üçüncü olarak ise, 13. Madde (etkili başvuru hakkı) haklarının ihlalleri için sunulacak başvuru şeklinde devletlere pozitif görevler yüklemektedir.
Uluslararası hukuk tahtında yaşama hakkının sahip olduğu yere ek olarak, bir sonraki bölüm ev içi şiddetin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlal etme şeklini ortaya koymakta ve Türkiye’deki ev içi şiddet konusunu gösteren ve sıklıkla bahsedilen Avrupa Mahkeme davasından bahsetmektedir.
3. Ev İçi Şiddet ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
AİHM hükümleri doğrultusunda türüne bağlı olarak ev içi şiddet Sözleşmenin 2, 3, 8 ve 14. Maddelerinin ihlal edilmesini içermektedir. Kadının ölümü ile sonuçlanan bir ev içi şiddet durumu söz konusu ise ve devlet gerekli tedbirleri almıyorsa, bu durum Sözleşme’nin 2. maddesini ihlal etmektedir. Kadınların aynı zamanda insanlık dışı muamele ile bilinçli olarak fiziksel veya zihinsel ızdıraba maruz kalması söz konusu olduğundan ötürü, ev içi şiddeti içeren bir çok olay aynı zamanda 3. Maddenin ihlalini de içermektedir (bkz. Kadına karşı şiddet konusunda Mahkemenin Aydın v Türkiye kararı). Üçüncü olarak ise, kişilerin Mahkeme içtihatında beden bütünlüklerini de kapsadığından ötürü, ev işi şiddet 8. Maddeyi de ihlal etmektedir: “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.” (bu madde ile ilgili bkz. Y.F v Türkiye). Son olarak ise, ev işi şiddet çoğunlukla kadınlara yönelik gerçekleştirilmekle birlikte, Sözleşme’nin 14. Maddesi olan kişinin haklarını ayrımcılık olmaksızın yaşamasını da ihlal etmektedir.
Literature göre, 2007 yılına kadar Avrupa Mahkemesi ev işi şiddeti doğrudan ortaya koymamıştı. Buna karşın, 2007 yılından itibaren bu konu mahkemeye çeşitli davalar ile taşınmış oldu; Kontrova v.Slovakya, Bevacqua ve S v Bulgaristan, Opuz v Türkiye, ES ve diğerleri v Slovakya, A v Hırvatistan, Hajduova v Slovakya. Geçmişi 2009 yılına dayansa da, bu makalede Opuz v Türkiye davasına yönelik Mahkeme değerlendirmesinden bahsetmek gerekmektedir. Dava, 1995-2002 yılları arasında gerçekleşen olayları içermektedir. Davacının annesi, A.O. ile evlidir ve 1995 yılında davacı ile A.O’nun oğlu H.O evlenir. Bu çerçevede, davacı, Nahide Opuz, ve annesi ölüm tehdidi, ağır bedensel zarar ve cinayete teşebbüs dahil olmak üzere H.O’nun çeşitli saldırılarına maruz kalır. Davacı bir çok kez ilgili makamlara şikayetlerde bulunur fakat aldığı tehditlerden ötürü şikayetini geri çeker. 2001 yılında H.O. davacıyı bıçaklar ve davacı annesi ile yaşamaya başlar. 2002 yılında davacının annesi İzmir’e yerleşme planı yaparken, H.O davacının annesini vurur. H.O. müebbet habis cezasına çarptırılırken, suçu işlemeye kışkırtıldığı ve mahkeme süresince iyi halinden ötürü cezası daha sonra 15 yıl on aya indirilir. Salıverildiği zaman ise davacı ile erkek arkadaşı M.M’yi tehdit etmeye devam eder. Can korkusu yaşayan Oğuz makamlardan koruma talebinden bulunur.
Olaylar sonrasında, Nahide Opuz 2002 yılında Türk devletinin kendini ve annesini ev içi şiddete karşı korumakta başarılı olamadığını ve bunun da annesinin hayatını kaybetmesine ve kendinin de kötü muameleye maruz kaldığı iddiası ile Avrupa Mahkemesine başvurur. Özellikle de davacı açık bir şekilde devletin annesinin yaşama hakkını sağlayamadığından dolayı 2. Maddeyi ihlal ettiğini belirtir. Mahkeme de ayrıca 2.Madde ihlali olduğunu ortaya koymuştur: “…Ceza hukuku sistemi görülen davada H.O.’nun hukuka aykırı davranışlarını etkili şekilde önleyecek yeterli caydırıcı etkiye sahip değildir.” Ikinci olarak ise, davacı şiddet, yaralanma ve ihlale maruz kaldığını söyleyerek 3.Maddenin de ihlal ettiğini iddia etmiştir. 3. Madde ile ilgili başvuranın yaşadıklarının işkence olduğunu belirtmemesine karşın, mahkeme kötü muameleye dayalı bir ihlal olduğunu söyleyerek, devlet makamlarının “…başvuranın kocası tarafından kişisel bütünlüğünün ciddi düzeyde ihlal edilmesine karşın etkili ve caydırıcı şekilde koruyucu tedbirler almadığı” sonucuna varmıştır. Üçüncü olarak ise davacı kendisi ve annesinin cinsiyetlerine bağlı olarak ayrımcılığa maruz kaldığını iddia etmiştir. 2. Ve 3. Maddelerle bağlantılı olarak 14. Madde bakımında Mahkeme davacının argümanını doğrulamıştır: “Başvuran ve annesinin toplumsal cinsiyet temelinde ihlale maruz kaldığı hesaba katıldığı takdirde …Bu durum özellikle Türkiye’de aile içi şiddet olaylarında yargısal sistemin genel edilgenliği ve çoğunlukla kadınları etkileyen saldırılarda bulunanlarca yararlanılan cezadan bağışıklık göz önünde bulundurulduğunda kadınlara karşı ayrımcılıktır.”
Mahkemenin de bu dava üzerinden kadını koruyamama ile tasvir ettiği şekilde Türk devleti özen yükümlülüğünü ihlal etmiştir. Gereken özeni gösterme doktrini devletin önleme, soruşturma ve suçu işleyenleri yargılama ve cezalandırma konusundaki başarısızlıktan sorumlu olabileceğini ortaya koymaktadır. Buna karşın, bir devletin sorumluluk taşıyabilmesi için ilgili makamların bir bireyin hayatı üstünde üçüncü bir şahısın eylemlerinden doğan acil tehditi bilmesi veya bilmiş olması gerekmektedir. Öte yandan, bu davada ve diğer bölümlerde belirtilecek örneklerde, davacıların polise gidip resmi şikayette bulunmasına karşın, yetkili makamlar Türkiye’de kadınları korumak konusunda başarısız olmuş ve başarısız olmaya da devam etmektedir.
4. Türkiye & Kadının Yaşama Hakkı: Femisid veya Feminisid?
2019 yılında yaşanan 474 kadın cinayeti dosyasında, kadınlar cinsiyetlerinden dolayı erkekler tarafından öldürülmüştür. Devletin kadınların korumaya yönelik sorumluluğu için çağrıda bulunan dikkat çekici olaylardan bir kaçı Emine Bulut, Ayşe Tuba Arslan, Filiz Kaplan, Güllü Yılmaz, Sevgi Polat ve Güleda Cankel ile ilgilidir. Bu kadınların tümü mevcut veya eski eşi/partneri tarafından öldürülmüştür. Emine Bulut, polise kocası kendilerini takip ediyor diye başvurmasından saatler sonra kızının gözü önünde kocası tarafından bıçaklanırken, Ayşe Tuba Arslan kocasına karşı yaptığı yirmi üç suç duyurusuna karşın eski eşi tarafından et bıçağı kullanılarak saldırıya uğramıştır. Aynı şekilde, Filiz Kaplan’ın adli koruma talebi karşılanmamış ve bunun sonucunda kocası tarafından öldürülmüştür. Güllü Yılmaz’ın kocasının tutuklanması talebi yerine getirilmemiş ve kocası tarafından canlı canlı yakılmıştır. Sevgi Polat’ın endişeleri polis karakolunda dikkatli bir şekilde ele alınmamış ve kadın kocası tarafından balta ile öldürülmüştür. Benzer şekilde, Güleda Cankel ise resmi şikayette bulunmasına karşın partneri tarafından öldürülmüştür.
Yukarıdaki olaylarda otoriteler durumun farkında olmasına karşın, kadınları koruyamamıştır. Yeni yıl ile birlikte Türkiye kadın vatandaşlarına karşı olan görevini yerine getirmemiştir: 23 Ocak itibariyle sekiz kadın ev içi şiddet mağduru olmuştur (Leman Ege, Füsun Akırmak, Ebru Aras, Şehriban Çatı, Rajae Ait Lhaj, Seyhan & Zülfiye Yüksekova, Büşra Yabaskul). Her ne kadar rakamlar fazla olsa da, güvenilir istatistikler olmadığından ötürü Türkiye’de ev işi şiddet mağdurlarının kesin sayını bilmek zordur. Bir çok kadın tehdit altında veya baskı, utanç veya toplumsal veya kültürel normlar ile bağlantılı diğer faktörlerden ötürü durumları hakkında şikayette bulunmazken, resmi rakamlar hiç bir zaman doğru olmayacaktır. Bundan dolayı da, kadınlar ile ilgili çalışan sivil toplum örgütleri çoğunlukla verileri toplayan ve paylaşan taraf olacaktır.
Peki bu kadınlar neden öldürülüyor? Literatür ve yukarıda belirtilen örneklere göre, Türkiye’de yaşanan kadın cinayetlerinin bir çoğu kıskançlık, boşanma/ayrılma isteği, psikolojik kriz, reddetme, para, töre cinayeti, nefret, cinsel saldırı, kadınların kendi hayatları hakkında karar verme ve zorla intihar unsurlarına dayanmaktadır. Türk kültüründe bulunan ataerkil anlayış çerçevesinde, kadınlara yönelik şiddet içeren davranış şekli tolere edilmekte ve hatta meşru kabul edilmektedir. Özellikle de, namus gerekçesiyle gösterilen şiddet sadakatsizliğe karşı spontane bir tepki değil, toplumsal norm ve baskılara karşı bir yanıt olarak planlanmış bir eylemdir. Makro düzeyde bazı akademisyenlere göre sorunun kökü, hala daha tartışılmakta olan modernleşmenin yaşandığı modern Türk toplumunda kadınların yeni statüsüne dayanmaktadır. Kadınların geçirdiği değişim ve erkeklerin statüsü üzerindeki algılanan ve reel zorluklar, kadına yönelik şiddet şeklinde geri tepmiştir. Toplumsal ve ekonomik baskı da etkili olabilirken, yukarıda belirtilen sebeplerden hiç biri kadın cinayetlerinin meşrulaştırılmasını ve devletin cinsiyete dayalı ihmalini gerektirmemektedir.
Bununla birlikte, femisid teriminden farklı olarak feminisit ifadesi devletin kadına yönelik şiddeti gerçekleştirme ve göz ardı etme konusunda devletin rolünü vurgulamak adına Latin Amerikalı aktivistler tarafından geliştirilmiştir. Buna karşın, femisid ifadesinin aksine feminisid ifadesi sadece kadınların erkekler tarafından öldürülmesini ifade etmekle kalmıyor aynı zamanda faillerin zarar görmemesi, korunması ve cezalandırılması konusunda devletin sorumluluğunun da altını çiziyor. Durumlarının farkında olmasına karşın, Türk devleti kadın vatandaşlarını önlenebilir risklerden koruyamasa da Türkiye’de yaşanan kadın cinayetleri içerisinde aynı zamanda feminisid unsurları da barındıyor diyebiliriz. Kadınlar ile ilgili sivil toplum örgütlerine göre Türkiye’de kadınları korumak adına yasal araçlar olmasına karşın, yürütme eksikliği bulunmaktadır. Bunun sonucunda, sivil toplum örgütleri sorumlu kuruluşlara 6284 sayılı Yasayı (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa) ve İstanbul Sözleşmesine Sözleşmeyi Kabul eden taraf devlet olarak uygulaması için çağrıda bulunmaktadır.
5. Sonuç
Yazı içerisinde belirtildiği üzere, uluslararası hukuk tahtında, özel şahıslar tarafından kadınların yaşama hakkının yoksun bırakılması konusu durumun farkında olan devletlerin vatandaşlarını koruma görevi içerisinde değerlendirilmektedir. Yaşama hakkının ihlali devletin sorumluluğu içerisine girse de, yasaların güçlü şekilde yürütülmemesi ve faillerin etkisiz şekilde cezalandırılmasından ötürü bu durum Türkiye’de yaşanan olaylar için geçerli olmamaktadır. Daha önce de tamamen olmadığını söylemek mümkün olmasa da, kadın cinayetleri 2015 yılında yaşanan Özgecan Aslan cinayeti ile basında ve kamu oyunda dikkat çekmeye başlamış ve rakamlar bakımından 2019 yılında en üst noktaya ulaşmıştır. Buna karşın, gösterilen ilgi çoğunlukla otoritelerden gerekli karşılığı bulamamış ve kadın vatandaşların korunması için özen yükümlülüğü başarısızlıkla sonuçlamıştır. Yürütmedeki eksiklik, Türkiye’deki kadın cinayetlerinin yükselişini tersine çevirme konusunda önemli bir engel teşkil etmektedir. Bununla birlikte, Türkiye örneğine femisid değil daha çok feminisid bakış açısından yaklaşmaya çalıştım. Diğer yandan, Türkiye’de yaşanan keyfi cinayetler cinsiyete bağlı olarak erkekler tarafından işlenmekle birlikte, femisid örneği teşkil etmektedir ve devlet makamlarının kadınların feryatlarını duymaması ve kadınların hayatları üzerindeki önlenebilir riskleri önlememesinden ötürü, Türkiye örneği aynı zamanda devletin kadın cinayetlerine katılımı/sorumluluğunu vurgulamak adına geliştirilen ifade olarak feminisid şeklinde de kabul edilebilir.
KAYNAKÇA
The Council of Europe Convention on preventing and combating violence against women and domestic violence
The European Convention of Human Rights
The Universal Declaration of Human Rights
The International Covenant on Civil and Political Rights
The Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination against Women
ECtHR, Opuz v. Turkey, App. No. 33401/02, Judgment, the 09th of June 2009.
McQuigg, R. J. (2011). International human rights law and domestic violence: The effectiveness of international human rights law. Routledge. (CHAPTER 3)
Edwards, A. (2010). Violence against women under international human rights law. Cambridge University Press. (CHAPTER 6)
Brysk, A. (2018). The struggle for freedom from fear: contesting violence against women at the frontiers of globalization. Oxford University Press. (CHAPTER 6)
• Ince Yenilmez, M., & Demir, M. H. (2016). THE CHALLENGE OF FEMICIDE AND VIOLENCE AGAINST WOMEN IN TURKEY. International Journal of Contemporary Economics & Administrative Sciences, 6 (1-2), pp.1-30.