1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kadınlar ve Aşklar
Kadınlar ve Aşklar

Kadınlar ve Aşklar

Bir kişiyi çok sevmenizin milyonlarca nedeni olabildiği gibi, hiç bir nedeni de olmayabilir.

A+A-

 

Özgül Saygun
[email protected]

                "Eşitlik yoksa aşk da yok" feminist bir söylem olarak her 14 Şubat'ta, gerek duvar yazısı gerekse eylemlerde bir döviz olarak karşımıza çıkan bir slogan. Bu cümle üzerine düşünüyorum uzun zamandır. 'İlişkilerimizde eşitlik yoksa aşk da olmaz' diyor bir yandan, bir yandan da 'eğer bize eşit davranmazsanız sizi sevmeyeceğiz' diyor. Acaba hangisi diye düşünüyorum bir süredir. Özellikle 'aşk' üzerine, düşünüyorum.  Çok değer verdiğim biri, sırf verdiğim değeri karşılıksız göstermekten kaçınmadığım için üç yıldır statik olarak ona aşık olduğumu düşündüğünü söylediğinden bu yana aşk üzerine düşünüyorum. Herkes hayatında en az bir kez çok aşık olduğu bir anda, ya da aşkın o en mutsuz anında aşk üzerine düşünmüştür. İşte ben de aşkın ne olduğunu, benim için ne anlama geldiğini düşünüyorum. Bir olgunun bir hissin ve duygunun ne olduğunu anlamak için yapılması gereken en iyi şey onu iyice hissetmek, yapılabiliyorsa duyguları ayrıştırabilmek ve hakkında yazılanlara, deneyimlere kulak vermektir. Bir fikir, bir durum ya da bir his ancak böyle tartışılır ve paylaşılır hale gelir. Ben de bu sefer aşkı tartışalım istiyorum. İsyan ediyorum, tüm yanlış anlaşılmışlıklara ve aşkı yanlış öğreten düzene. "Bütün kadınların aklı karışıktır" der Ece Temelkuran, haklıdır da. Bu yazı da aklı karışık bir kadının aklı karışık bir yazısı olacak.

                Eğer düyaya dişi olarak gelirseniz, aşk çok küçük yaşta karşınıza mutlaka çıkar. Prenses hikayeleri dinlersiniz. Prensesler ya çok yüksek bir kulede onları kurtaracak prenslerini ya da cadıların yaptıkları büyülerden onları uyandıracak prenslerini bekler. Kusursuz Barbie bebeklerin onları çok seven Ken bebekleri vardır. Size sessiz olmanız, kendinize bakmanız, 'namuslu' olmanız ve kendinizi sizi kurtaracak erkeğe saklamanız öğretilir. Eğer görücü usulü evliliği bir kenara bırakırsak, öğretilen bir erkeğin onca kadın içerisinden - eğer yeteri kadar mükemmelseniz- sizi seçeceği ve sonsuza kadar mutlu olacağınızdır. İlk bakışta bu anlattığıma "artık böyle şeyler kaldı mı?" diye bir tepki verebilirsiniz. Evet hala var. Kaç çocuğu 'prensesim' diye sevdiniz bir düşünün, ya da birinin bir kız çocuğunu 'prensesim' diye sevdiğini duydunuz? Çocukların gece uyumadan önce dinledikleri hikayelere ve izledikleri çizgi filmlere bir bakın. Doğum günlerinde aldıkları hediyelere de bir bakın. Cinsiyetin ve toplumsal cinsiyet rollerinin bizi ne kadar çevrelediğini mutlaka göreceksiniz.

                Filmi hızlıca biraz ileriye çekersek; yirmili yaşlarınıza geldiğinizde etrafınızda muhakkak size evlenmenin vakti geldiğini hatırlatan biri olacaktır. Bir aile pikniğinde, bir akraba düğününde ya da bir bayram kutlamasında muhakkak bir yakınınız gelip "düğün ne zaman?" diye soracak ya da "ölmeden önce mürüvvetini görelim" gibi bir duygu sömürüsü yapacaktır. İsterseniz işinizde çok başarılı olun, çok iyi bir sanatçı olun, çok iyi bir şair olun, eğer kadınsanız topluma göre evlenmeden tamamlanmazsınız. Bir kadın olarak göreviniz hem başarılı olmak hem de erkekler için uygun aday olmaktır. Tüm bunların aşkla ne ilgisi var bu başka bir şeyin sorunu der gibisiniz. Oysa, bir kadına neredeyse bebekliğinden bu yada "alıcı gözüyle" bakılırken aşkın kendisini tartışmamız gerekiyor.

                Orta sınıf bir kadının toplumdan, medyadan ve çevresinden aldığı mesajlara bir bakalım. Birincisi, yukarda da bahsettiğim gibi nereden geldiğini bilmediğimiz muhtemelen gökten inen tanımını pek az yapabildiğimiz bir "aşk" var. 'Kutsal' olduğu söylenir, kalbimizde kelebekler uçurttuğu iddia edilir. Ama bir şartı vardır; mükemmel olmalıyız. Mükemmel olursak, bizi olduğumuz gibi kabul eden bir erkek -ki her kadını heteroseksüel sayar- karşımıza çıkacak ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağızdır. Aynı zamanda kendimize bir meslek seçmeli, o meslek için çok çalışmalı, işimizde başarılı olmalı, mezun olduktan kısa bir süre sonra evlenmeli, çocuk bakmalı ve çocuğumuza sonsuz bir sevgiyle bağlanmalıyız. Herhangi bir insanın, herhangi bir kadının bunların hepsini problemsiz bir şekilde yapmasını istemek delilik, yapmak için uğraşması ve tamamını yapamaması durumunda başarısız saymaksa düpedüz insanlık dışı olurdu. Bunun karşısında, tüm bu baskıyı terk etmek, karşı çıkmak ve hissettiğini yaşayabilme arzusu bir ayrıcalık haline geliyor. Eğer bunların tümüne ya da bazısına karşı çıkan bir kadınsanız çoğu zaman 'agresif' olarak karşılanıyorsunuz. Kendi hayatınıza sahip çıkma isteği bir 'agresiflik' hali sayılıyor. Kadınların şiddet, eşit ücret ve daha bir çok alanda verdiği mücadelenin yanı sıra hissettiği duyguyu yaşayabilmek de bir varoluş mücadelesi haline geliyor. İlginçtir, en yakınınızda kendini feminist olarak tanımlayan erkekler bile, bu hissinizin şu davranışınızın bir imtiyaz olduğunu size sürekli hatırlatmak için bir boşluk kollar gibidirler. Özellikle solda ve feminist mücadele içindeki kadınlar bunu görecektir. Feminist olduğunu iddia eden bir çok erkek size iyi ihtimalle fiziksel şiddet uygulamayacaktır ve özgürlüğünüze mani olmayacaktır. Bunu yapmak için o kadar enerji harcarlar ki, söyledikleri ve yaptıkları yegane şeyin özgüveninize saldırmak olduğunu fark etmezler bile. Biz de bunu fark ettiğimizde özgüvenimiz çoktan yerle bir olmuştur.

                Konu buradan, kadın deneyimlerine, kadınlar arasındaki sınıfsal farklılıklara ve dayanışmaya bağlanmalıdır -ki yapılması gereken budur. Kadınların sınıfsal farklılıklarından, ezilmişliklerinden ve deneyimlerinden bahsetmemiz gerekir zira yukarda tüm bahsettiğim gelişim süreci ve ayrıcalıklar da sınıfla alakalıdır ve deneyim paylaşımıyla su yüzüne çıkar. Ancak ben bu kez bunu yapmayacağım. Söylemek istediklerim ilişkilerimiz üzerinedir. Özellikle erkeklerle ilişkilenen kadınlardan, kadın deneyiminden, aşktan ve dünyaya burdan baktığımdan dolayı; kadınların aşkından bahsetmek istiyorum.

                Aşkı her insan tamamen kişisel olarak yaşayıp hissetse de, aşk sadece biyolojik olarak birkaç hormonumuzun artıp birkaç hormonumuzun azalması kadar basit bir şekilde açıklanabilecek bir olgu değildir. Aşkın da bir tarihi vardır. Bir şeyin, bir aşkın tarihi olduğunu söylemek onun herkes tarafından her zaman aynı şekilde algılanmadığını ve değiştiğini söylemek demektir, ve birşey değişebiliyorsa, biyolojik olabildiği kadar sosyal bir olgudur da. İnsanlar her zaman yirmibirinci yüzyıldaki gibi aşık olmamışlardır ve gelecekte de aşk da insanlık gibi evrilmeye devam edecek ve başkalaşacaktır. Örneğin, yüzlerce yıl geriye gidersek, evlilik zengin aileler arasında para ve güç dengelerini birleştiren bir anlaşmaydı. Hislerin ve arzuların evlilik kurumuyla bir ilgisi yoktu. Her erkek istediği arzuyu özgürce yaşayabilirdi ve bunun evlilikle bir alakası yoktu, evlilik herhangi bir maddi anlaşma gibi karşılaşılanıyordu. Onaltıncı yüzyıl Fransa'sı bu iki ayrımı tamamen gösteriyordu.Evlilik çocuk doğurmak ailenin devamını getirmek içindi, aşk ise arzu ve şehvetti ve kimse bu ikisini karıştırmamalıydı. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıldaysa evlilik aşkın bir sonucu olarak görülmeye başlar, artık insanlar aşkı Jane Austen gibi yazarlardan okumaya başlar. Özellikle ingiliz edebiyatında büyük yer kaplayan Austen'ın Aşk ve Gurur romanı, kadınların artık maddi anlaşmalar için evlenmeyeceğini anlatan bir manifesto olarak karşılanır.

                Buna karşın, aşkın bilimsel alana dahil edilmesi çok geç gerçekleşti. 1970'lerde sosyal psikoloji alanında tartışılan aşk genellikle aşkın çeşitlerinden ve insan davranışlarından bahsediyor. Örneğin, John Alan Lee 1988'de yayınladığı Aşkın Çeşitleri isimli makalesinde, İngilizcede 'love' kelimesinin tüm sevgi çeşitleri için kullanılıyor olmasının nedeninin insanların aşkı ve sevgiyi aynı yerden ilişkilendirdiklerinden dolayı olduğundan bahseder. Ancak, Lee'ye göre aşk tercihleri ve çeşitleri doğuştan ve değişmez tercihler değildir. Sosyal olarak gelişip değişen ve zaman içinde öğrenilen aşk modelleri vardır. Bunlardan birkaçını örnek vermek gerekirse; isminden de çoğumuzun anlayabileceği gibi, Lee, sahiplenici aşk, arkadaşça aşk ve tutkulu aşk gibi çeşitli aşk modelleri öne sürer. Robert Sternberg ise üçgen aşk kuramını öne sürer. Bu kuram aşkın yapılarına ve süreçlerine dikkat eden bir kuram olduğu için de çok önemlidir. Sternberg aşkın süreç içinde değişebileceğini, başkalaşabildiğini ve tek bir çeşitle sınırlı olmadığını birbirine karışabildiğini söyler.

                Aşk üzerine daha bir çok kuramcı bir çok açıklama yapmıştır, açıklamalar biçim olarak çeşitlense de genellikle bir çok kuramcının ortaklaştığı nokta aşkın çeşitli olduğu ve zamanla hem kendi içinde hem de tarih boyunca gelişip dönüşebileceği yönündedir. Günümüzde birebir ilişkilerimize, çevremizle kurduğumuz bağa ve toplumumuza baktığımızda da zaten gördüğümüz budur. Kimse birini neden sevdiğini aynı şekilde açıklamaz. Açıklayamaz. Aşk da bu çeşitlilikten oldukça payını alan bir duygudur.

                Konuyu fazla dağıtmadan toparlayacak olursam, tarih ve deneyimlerimiz aşkın bunca çeşitliliğini gözlerimizin önüne tertemiz bir şekilde sererken, ne küçüklüğümüzden bu yana bize öğretilen 'doğru erkek' masalı doğrudur ne de birine herhangi bir şekilde davrandığınız için ona aşık olduğunuz yanılgısı. Duygular, hisler ve hazlar çeşitlilikleriyle var olur. Bir kişiyi çok sevmenizin milyonlarca nedeni olabildiği gibi, hiç bir nedeni de olmayabilir. Belki bu sevgiyi ve aşkı çok basit bir şekilde tanımlamak gibi gelebilir, ancak önemli olan duygu ve hazlarınıza ne kadar anlamlar yüklediğiniz değil, onları tüm çokluğu ve azlığıyla yaşayabilme özgürlüğünüzdür. Ve biz kadınlar, tüm bu hisler ve arzular deryasının içinde kendi hislerimize daha fazla sahip çıkmalı ve muhakkak anlatmalı ve paylaşmalıyız.

                Belki bu karmaşık yazıyı iki aşık şairin güzel sözleriyle bitirmek gerekir; kadınlara aşık İkinci Yeni erkeklerinin güzel sözlerini herkes bilir, ancak bu dünyadan Gülten Akın'ın "Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim." diyerek, Didem Madak'ın "Aşk diyorsunuz ya, işte orda durun bayım." diyerek geçtiğini de unutmamalız.

Bu haber toplam 4555 defa okunmuştur
Gaile 415. Sayısı

Gaile 415. Sayısı