KAFAMDA BİR TUHAFLIK
Yazının başlığını, iyi bir Orhan Pamuk takipçisi ve okuyucusu hemen tahmin etmiştir.
Yapı Kredi Yayınları’ndan 2014 yılında çıkmış, yazarın, Kafamda Bir Tuhaflık adlı kitabının adı…
Hayatıma “tuhaf” bir tesadüfle giren kitap, okunmaya başlayıp sonlanıncaya kadar da devam etti, tuhaflık diyebileceğimiz süreci…
Masumiyet Müzesi’nin bıraktığı tattan sonra acaba yeni romanı nasıl olur diye düşünürken bir bakmışım ki ilk kitapçı ziyaretiyle birlikte kitapla birlikte evin yolunu çoktan tutmuşum.
Kitabın satın alınmasıyla birlikte okuma sürecinde Mevlut’un aşk hikâyesinin tutku hallerini çözmeye çalışırken ilk satın aldığım kitabı Rektörlük Özel kalemi sevgili Serhat Bey’e armağan ettim.
Sonrasında hemen bir kitap daha aldım ve okurken, tam da hayatıma İstanbul’un göbeğinden İstanbullu olmayan ve fakat İstanbul’u dibine kadar arka sokaklarına, ücra semtlerine göçle dolan insanlarının hayatlarına sızarken, çok sevdiğim bir arkadaşımın elimde kitabı görmesiyle onun olması arasına anlık bir iki cümle sıkıştığını hatırlıyorum.
Varan 3… Bu sonuncu kitap kesinlikle bitecek. Okumaya başladım yeniden… Tuhaf olan bu ya, tam da okumak için kararlı bir direnç gösterirken kendi dünyamla kitabın ismi “alışılmamış” bir kesişme yaşadı…
Son zamanlarda kendime o kadar çok soru soruyorum ki, sanırım beli bir yaş aşıldıktan sonra insan böylesi “tuhaf” bir soru cevap sağanağında kalıyor ve ıslanıyor. Islanmakla da kalmıyorsunuz, iliklerinize kadar işliyor, yaşamın insanlık halleriyle olan hasbıhaliniz… Düşünceler gittikçe derinleşiyor ve her şeye, herkes daha bir itinayla yaklaşmaya, bakmaya başlıyorsunuz. Böylece her yaşadığınız teninize temas edip, duygularınıza saldırdıkça savunmaya geçerek ister istemez aklınızın bir ucunda uyuyan “adalet terazisi”ni arkadaş (?) dedikleriniz için (bildikleriniz) harekete geçiriyorsunuz.
Kafamda Bir Tuhaflık romanının kahramanı Mevlut Karataş, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapıyor. Ama en çok da boza satmaktan anlıyor. Çünkü baba mesleği… Çünkü babasıyla köyünden kalkıp İstanbul’a tek göz odalık yer evlerine (gecekondularına) göçtüklerinde gündüzleri yoğurt geceleri ise bıza satıyor babasıyla… Mevlut’un okurken en çok sevdiğim yönü çok iyi bir izleyici olması… Yaşadığı her şeye karşı kafasındaki tuhaflıkla mercek tutuyor. Onun kafasındaki tuhaflık alında yaşamın fiyaskolarının harekete geçirdiği “adalet” denilen terazi mekanizması… Bir yandan yoğurt tartıp boza ölçerken bardak bardak kendi iç sesiyle değişen kent çehresine, insan ilişkilerine dair düşünceleriyle adeta bir tiyatro perdesinden izleyiciyi yüzleştiriyor. Ülkenin geçtiği süreçler, dönüşümler, siyasi çatışmalar, askeri darbeler, bankerler, sonradan zenginler, aşklar, kaçmalar, yakalanmalar hep bir tuhaflıkla kafasının içindeki düşünceler de ve görüntülerde bir değirmende öğütülen buğday taneleri gibi dönüp duruyor.
***
İnsan yaşamı da tıpkı şehirler gibi…
Yıkılıp yıkılıp yeniden yapılanıyor.
Yıkılıp yıkılıp yeniden inşa ediliyor.
Yıkılıp yıkılıp temizleniyor.
Yıkılıp yıkılıp temizlendikten sonra hep yeni bir sayfa adı altında “kişisel dönüşüm” yaşıyor. Kentsel dönüşüme hayret etmeden önce insanın kendine baktığı dikiz aynasında, hayatın yıkılıp yıkılıp yeniden dönüşebildiğini ve farklı sahnelere evirildiğini görebilmesi önemli… Sanırım arkada kalan görüntülerle önündekileri karşılaştırarak film izler gibi kendine bakması, gerçeklerin kaçınılmaz olduğunu anlaması bakımından insan için yeterli oluyor.
Dönelim kitaba, “aşkta insanın niyeti mi önemlidir?”, yoksa “kısmeti mi?” gibi “tuhaf” bir soruya yanıt aranıyor. O zaman yeni bir soruyla yüzleşiyorsunuz: “aşk gerçekten var mıdır?” Sorular birbirini Türkiye ve İstanbul’un elli yıllık sürecinin olaylar, kentsel değişimler ve insanlık hallerinin detaylı anlatımlarında panoramik bir görüntüyle okuyucuya yansırken, tüm okuduklarınızı kendi hayatınızda kurduğunuz bir müzakere masasına yatırıp kurgu ile gerçeğin çemberini tamamlıyorsunuz.
Kitapta en çok etkilendiğim ne diye sorarsanız, şunu apaçık söyleyebilirim ki: ne kentsel dönüşüm ne de memleket halleri… İnsanların ilişkileri, birbirine değdikleri ve iz bıraktıkları üzüntüleri, hayal kırıklıkları, pişmanlıkları, “değer ile değersizleşme” arasına sıkışan tuhaf “bencil” ve hırs küpüne düşmüşçesine vuku bulan saldırganlık halleri… Bendeki durum şudur ki, insan arkadaşını dostunu seçerken biraz daha dikkatli ve düşünceleriyle öngörülü olursa sanırım olası hayal kırıklıkları da oradan kalkacaktır. Yine de seçimin ana başlığına duygu tercihi gibi sübjektif bir hal çöreklendiğinde ve olaylar kendiliğinden, o an içinde bulunduğunuz duygu şartlarına göre geliştiğinden, yaşayacaklarınızı aynı günden kestirmek kolay olmuyor.
***
Son aylarda en çok muhasebesini yaptığım kelim : Fiyasko!
Çok fazla lafı uzatmayacağım ve şunu söyleyeceğim: İnsan hayatında her şey “fiyasko” olabilir ve fakat yeter ki arkadaşlıklar dostluklar bir fiyaskoya dönüşmesin!
Yoksa işin de, gücün de, paranın da, pulun da, şanın da, şöhretin de telafisi mümkün!
Her ne kadar tüm bu toplu geçişteki “insani değer (!) adı altında, “post-modern toplum manzaralarına” sinmiş “tuhaf” durumları “fani” olarak görsem de, hepsinin telafisinin mümkün olduğuna inanıyorum. Birini kaybetseniz çok az bir gayretle hemen yerine daha fazlasını koyabilirsiniz.
Hâlbuki “dostluk, arkadaşlık” öyle mi?
Temelinde “güven” olan, harcını “emek” denilen en yüce değerle yoğurduğunuz, yapılandırdığınız ve bir ömür harcadığınızdır, arkadaşlıklar, dostluklar…
Şunu söylemeliyim, son zamanlarda, kafamdaki tuhaflıklar silsilesinin oluşmasına sebebiyet veren “arkadaş/dostluk fiyaskosu sendromu” ile romanın kahramanı Mevlut’le karşılaşmamız aynı zamanlara denk geldi. Güvenin, insani değerlerin en baş tacı “sevginin”, günümüz hırs atmosferinde, ne kadar kolay harcanabileceğinin “acı dersini” yaşadım.
Tabi bu durumları yazarken, “tamburam ne çalar, o ne oynar” gibi bir beylik sözcüğün de kuyusuna düşeceğimden, kitaptan bir alıntıyla bu haftalık da, son sözümü söyleyerek çekiliyorum:
“Kafamda bir tuhaflık vardı. İçimde de ne o zamana; ne de mekâna aitmişim duygusu.”
***
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azmış!
***
Mutlu Pazarlar…