KAFES

KAFES

M.Kansu, soluğunu zamanın soluğuna katan sürekli ve sanki de sadece yazın alanında yürüyen bir yazarımız

A+A-

 

 

M.Kansu, soluğunu zamanın soluğuna katan sürekli ve sanki de sadece yazın alanında yürüyen bir yazarımız… Şiir, deneme, öykü ve çeviri alanı onun sabah yürüyüşleri gibi vazgeçemediği alanlardan… Tümünde de – neredeyse – kendi deneyimleridir yaratıya dönüştürdüğü…

KAFES

Yepyeni bir öykü kitabıyla çıkıyor karşımıza: “Şiir ve Öyküyle 51. Yıl” alt başlığıyla. Kitabın adı ise: KAFES…

29, Kısa öyküden oluşan Kafes: “Sunulmuş Maraz – 1, Toz ve Parıltı – II ve Kafesin İçinde Hem Dışında – III” başlıklı bölümden oluşmuş ve kitaptaki iki öykü de: H.A. Mapolar ve Semih Sait Umar’a adanmış.

Öykülerin tümünü okuduğumuzda, hemen hepsinde, Kansu’nun özel ve ülkemizin geçmiş ve genel görünüm ve oluşumunun – birbirine yakın görünse de – tümünde de yazarın ve toplumun değişik yönlerinin soluğu karışıyor soluklarımıza…

Neredeyse tümünde Kansu’nun değişik kurgulamalarla okuyucusuna sunduğu bu ülkenin ve insanının özellikle “geçmişten – şimdiye” neredeyse hepimizin ortak yürek titreşimleri ve tanıklığıdır. Kansu, okuyan ve kendi duygu dünyasına demirleyen bazı bölümcükleri de eklemiş öyküsünün başlangıç sağ bölümüne.

İnsanı sürükleyen, sonra da hüzne boğan öyküler bunlar. Daha kitabın başında şöyle yazmış Kansu: “Sunulmuş Maraz – I bölümünde “Sen gidince / köşe başında / bir oğlan çocuğu ağlar…”

Bütün kitap boyunca da, o oğlan çocuğu ya ağlar ya da ağlatır… Ve tepeden tırnağa hüzne boğar insanı…

“Ah, o çorbanın kokusu… Bir mutfak masasında oturmuş; tencereden kepçeyle tabağına çorba koyan bir ‘anne’ düşlerdin. Gözlerinin içine baktıktan sonra işe giden bir ‘baba’yı da…”

***

Evet 29 öyküden oluşan bu kitap, yazarının sürükleyici, alıp götürücü, meraklandırıcı, çarpıcı, sarsıcı, sımsıcak bir eseri…

Bunlar, öyküyü, öykü yapmaya yetmiyor kuşkusuz… Dilin, anlatımın ve kurgunun da işe karışması gerek… Ve, elbette bunlar da çok başarılı birer etmen… Değil mi ki Kansu bir edebiyat öğretmeni + edebiyatçı… Tabii ki, bu konumlar da yetmiyor…

Asıl önemlisi de, bir öyküyü, öykü kılan, etkili kılan, onun her yazın türünü etkili kılabilecek, öykünün zorlamalardan uzak, her anlamda olağanlığıdır… Zorlamasız, kendiliğinden gelişen çarpıcılık…

Kitabın daha ilk sayfasında, Ferit Edgü’den bir alıntıyla şöyle sesleniyor okuyucusuna.

“… Zaman zaman sorarlar: Yazarken mutlu musunuz? Hayır, değilim; çünkü, yazıda mutluluğu aramadım hiç…”

DÜŞ GİBİ GERÇEKLİK.

Ve, ikinci öyküsünde:

“Kendini, bir köye, bir kente, bir ülkeye bütünüyle ait duyumsamayışın, acı bir oyunu değimli hayatın sana?.. Kavgaların, savaşların, insanların birbirlerini boğazlamalarının, kıskançlıkların, hırs ve intikamların duvarlarından içeriye sızamayacağı, sessiz bir odan olmasını yüreğinle istedin… Saçlarına kar yağmış şimdiki zamanlarında bile hâlâ…” Böylesine dokunaklı, böylesine düş gibi bir gerçeklik…

***

Mida ve Hasanbulliler olgusuna oldum bittim çok meraklıyım. Bu kitapta da, ilk okuduğum, “İki ördek, Mida, Bir Serçe” öyküsü oldu; ki, ağrısı hâlâ yüreğinde durmadan katlanıyor:

“Belki de çoğumuz bilemez, Mida’nın idam sehpasına götürülürken yüzünü siyah bir torbayla örtülmesine karşın, öfkeyle karşı çıktığını…

Tam o anda der ki Mida, saçları kırlaşmış gardiyana: “Örtme başımı Kemal amca, dünyayı görmek isterim!..”

***

Bu kitabı okuduğumuzda, neredeyse tümünde, toplumumuzdaki, ‘kişinin, aile yaşamının, toplumsal kuralsızlığın vb’ değişik yönleriyle karşı karşıya geliyoruz.

Bunları değişik kurgularla öyküleştirmiştir Kansu. Öyküleştirirken de olay kurgusuyla değil öykünün, kendine özgü kurgulamasıyla önümüze sermektedir. Hemen her öyküde, değişik bir kurgulama ile karşılaşırız. Ve, neredeyse, tüm öykülerde, kendi yüreği ve yaşamından değişik sentezler vardır.

Öyküler, çoğu kez, düşsel bir kurgu içinde  de olsa çevre ve insanımız ve özellikle de bazı öykülerin kahramanı olan “O” gerçektir… Gerçekliktir…

Bazen, doğru bir anlatım içinde görünse de… Eski günlerin anılarına, bazen düşlere dalınçlar yapılarak – aslında – gerçeklik ortaya konulmuştur.

Bir önemli nokta da, Kansu, düşsel kurgulamaya karşın, açık, yalın ama başarılı edebi bir anlatımı yeğlemiştir.

Her öykünün başında düşselliğini belirten kısa tanımlamalar konulmuş olsa da… Öyküler de ustaca yazılmıştır…

Kutluyor ve yeni öyküler bekliyoruz ondan…

 


PARANTEZ

GÜLE GÜLE SEVGİLİ ÇELİK… GÜLE GÜLE…

Sevgili güzel insan… Sevgili dostum…

Beklenmedik ölümünün ilk çarpıcı  haberini aldığımdan beri, dünyaya bir damla gözyaşından oluşan mercekle bakıyorum…

Ne güzel bir örnektin sen bu toplumda… Asıl engelin ‘sevgisizlik’ olduğunu göstere göstere yürüdün, o kocaman yüreğinle, onca arkadaşınla…

Onlar, aralarında sen varmışsın gibi yürüyecekler bundan sonra; ama, bu kadar erken gitmene yüreğim isyan ediyor…

Bir süre sonra – sana söz – yüreğim hafifleyecek ve “engelli” denenlerin topluma nasıl da güzelim bir örnek olduklarını konuşacağız, seni  başa yazarak…

Güle güle sevgili dostum…

Heykeli dikilecek gerçek bir insanımız… güle güle Mustafa Çelik…

 


Rüzgara Yazılanlar…

BAZI GÜNLER KAR YAĞIYOR

MEVSİM NE OLURSA OLSUN…

(324)

Temeli, eşitsizliğe, piyasaya dayalı, burjuva uygarlığı yeni bir insan türü yarattı ki, bu insanın temel karakteri tüketiciliği… Her şeyi tüketiyor… Duyguları, düşünceleri, kültürü…

Kıran kırana bir hayat…

Şimdi artık ‘geleceği’ tüketiyor.

Burjuva uygarlığını savunanları da, kendilerine, ‘liberal’ diyenleri de. Bütün bu olup bitenlere ise, ‘insanın doğal karakteri’ diyorlar…

Liberallere göre hep böyle yaşayacağız: Kıran kırana…

(325)

İnsan, kendini bir toplumda, öbür insanlarla birlikte var eder. Ve, kendini var ederken toplumu da var eder; ama, sistem hiçbir alanda özgür bırakmaz insanı… ama, yine de, ‘bilinçli insan’ bütünüyle teslim olmaz…

(326)

Bu günlerde yaşadığım olumsuzlukları yaşayan ben değilmişim gibi düşünürüm… Olaylar yanımdan geçip giderler… İzlerini de hemen silkelerim üzerimden… Ve kendi yolumdan dönmem…

(327)

Birer ipek böceği tırtılıyız hepimiz. Kozalarımızın içinden güzel birer kelebek olarak kaçımız çıkmayı becerebileceğiz…

Ve, kaçımız, çıkamadan kıvrılıp kalacak içinde… Yani, ölecek…

Ama…

Aslında, ölümü bile hak etmek… Hak etmek için de yaşamak gerek…

Size soruyorum: Hiç yaşadınız mı?..

Yani, ayaklarınız yerden kesilecek kadar sevdiniz mi?

Çoğaldınız… Çoğalttınız mı?

***

Yüreğinizi değiştirmeden hiçbir şeyi değiştirmek olası değildir…

Hiçbir şeyi…

Ne yazık ki kimi insan, içinde yaşadığı günlerin kavgasına kapılıp yok oluyor…

(328)

Bazen insan, çınarların yüz yıllık yalnızlığını bir günde yaşıyor…

Ve, bazı günler kar yağıyor…

Mevsim ne olursa olsun…

(329)

İnsanoğlunun yapısında vardır: Boyun eğenleri hor görüp direnenlere saygı duymak…

“Çoğalalım dostlar” bana biraz eksik gelir… çünkü, güzel olan çoğunluk değil, ‘Çoğuldur’…

Azınlık olmak kahramanlık ister…

Karakoyun olmak gerek…

Karakoyun…

Ve tarih yok etmek istediğini “kör ve sağır” eder…

(330)

‘Kader’ diye bir şey yoktur.

Yalnız, sınırlar vardır…

En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır… Ne olursa olsun böylesi durumlarda karşı çıkmak gerekir…

(331)

Erkeksiliğin egemen olduğu toplumlarda, kadınların…

Tüketim ağırlıklı toplumlarda üstüne çok düşülen çocukların… aşmak zorunda oldukları önemli bir “karmaşa” vardır: NESNELEŞME…

Yeryüzünü ve toplumu özgür biçimde kavramak, kendilerini, kendi istedikleri yönde geliştirmek yerine…

Onlar için oluşturulan kalıbı doldurmak zorunda kalırlar…

Hele de bu kalıp çekici ise…

Rahat yaşam koşulları ün ve sevgi kazandırıyorsa, engeli aşmak daha da zorlaşır…

Kendilerine, sürekli olarak, yerine göre erkeklerin, büyüklerin ya da izleyici kitlelerin gözüyle bakan, ona göre çekidüzen verir… Varlıklarını, tıpkı başkalarının onları kavradığı gibi, bir “nesne” olarak kavrarlar…

Onlar için başarısızlık en büyük tehlikedir. Bu yüzden, güvenli yolları izlemek zorundadırlar…

Oysa, yine bu yüzden, bir nesne gibi kullanılır ve terk edilirler…

***

İnsan, hangi yöne gideceğini bilirse, dünya yana çekilip ona yol verir… Ama, yüreği sağlam değilse, insan başkasının çığlığı gibi kendi sesinden de irkilir…

(332)

Kişiler gibi, başkaları tarafından yönlendirilen toplumların sorumluluğu yoktur. Onun yerine ‘başkaları’ düşünmüş, eylemleri ‘başkaları’ tarafından belirlenmiştir.

Bir insanın / bir toplumun kendi kendini yönetmesi, her şeyden önce özgür olmasını gerektirir… Yani, her anlamda özgür…

Unutmamak gerekir: En yoğun sessizlik – baş eğiş – bir mürekkep lekesi gibi yayılarak.. en kara karanlıktan daha koyu bir karanlığa dönüşerek, direncimizi eritmek için üzerimize çullanabilir…

***

Özgürlük verilmiş bir şey değildir… Onu yitirmemek için sürekli gözetmek zorundayız… Ondan sorumluyuz…

Ulu ağacın dibinde, başka bir ağaç bitmez çünkü…

Ama, eğer sen, kendi yaşamını yönetmezsen… Birileri çıkıp senin yerine yönetecektir.

Ne der, O Ulu Atalar: Zayıf Öküzün Kıblesi aranmaz…

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1644 defa okunmuştur