Kahramanlar, Azizler ve Melekler
Büyük şehirlerdeki devinim büyüler beni. Gün boyu sokaklarda, trenlerde, vapurlarda hiç tanımadığımız insanlarla bir araya geliriz. Belki de seyahat ettiğimiz vapurun güvertesinde hayatımızın büyük aşkı oturmaktadır ve biz bundan habersizizdir. Belki de metroda şu ön sıralarda oturan genç adam ya da kadın birgün hayatımızda rol oynayacak, çocuğumuzla evlenip gelecekteki yaşamınızın bir parçası, torunumuzun babası ya da annesi olacaktır. Ama o an bunu bilmez ve yanından geçip gideriz.
Özellikle sömürge periferisinden küçük adamızın merkez olarak gördüğü İstanbul ve Londra gibi metropollerdeki uzun kalışlarımda bir yalnızgezer olarak sık sık başkalarının konuşmalarına davetsiz tanık olmuşumdur.
İstanbul’da geçirdiğim son uzun yaz tatilimde, tek başıma oturduğum kafelerde, vapur bekleme salonlarındaki kulak misafirliklerimle aile ve milletin sosyal ve politik yönelimlerine dair önemli bir arşiv oluşturmuş bulunmaktayım. Buralarda konuşulanları dinlerken bazen yüzümde engel olamadığım ince bir gülümseme, kimi zaman da kaygı oluşur.
Zygmunt Bauman, modernizmle birlikte hem millet hem de ailenin bireysel ölümlüğün verdiği ezaya getirilen kolektif çözümler olarak görüldüğünü söyler. Kendi kaçınılmaz ölümümüzden sonra aile ve millet sürecektir. Onlara dahil olarak kendi bireysel ölümlülüğümüzü bir kolektif ölümsüzlük aracı haline getiririz. Biz öldükten sonra var olacak birşeye yaptığımız katkılarla kendi ölümsüzlüğümüzü sürdürürüz.
Ölümsüzlüğü kafasına takmış şair ve yazarların aile ve milletle ilişkisine buradan mı yaklaşmalı acaba?
Kendi mitini yaratmaya çalışan, ölümünden sonraki kalıcılığını garantilemek için yatırımlar yapan bazı şair ve yazarlara tanık olmuşsunuzdur. Detaylı arşiv merakı ve tutulan günlükler biraz da buna dair değil mi? Ayrıntılı ve abartılı özgeçmişler, yazarımızın romanlara yaraşır biçimde kurgulanmış çocukluk anlatısı, yazılırken gelecekte edebiyat tarihçilerinin eline geçer diye özenilen mektuplar... Bütün bunlar, millete ve onun dolayımıyla dünyaya miras bırakılacaktır. Kimi zaman da teoride aile kurumunu yerden yere vuranların, aşka, meşke doyamayanların kendilerine oldukça geleneksel aileler kurdukları ve bunu yalnızca yaşarken değil ölümden sonra da devam edecek bir güvenlik alanına çevirdikleri görülür.
Bütün bunları eleştirdiğim sanılmasın. Sonuçta, çok insani ve anlaşılır şeyler. Hatta şu dünyaya pamuk ipliğiyle bağlı halimize bakınca epey de iç burkucu.
Dışarının ürkütücü şiddetinden, yaralayıcı öfkesinden kurtulmak için insanın bir sığınak aramasından daha doğal ne olabilir? Kendi özensizliğim, arşivsizliğim, bağımsız bağlantısız şair cumhuriyetliğim yüzünden bu güvenlikli hayatlara bakıp hayıflandığım olmuştur kimi zaman.
Benim derdim, şu milletin onayını alacağım diye onun resmi tarih anlatılarına çanak tutan şair ve yazarlarla... Sonuçta, yazdığı dil ve kullandığı referanslarla en çok anlayanı olan millet denen topluluk, şair ya da yazarı yücelterek gelecekte bir yerlere heykelini dikebilecek ya da adına bir müze oluşturabilecektir. Ama şu milletin edebiyat kanonuna dahil olmak için biraz da onun seçici bir aklama mekanizmasıyla oluşmuş toplumsal belleğinin, genel kabul görmüş “büyük anlatı” sının bir onaylayıcısı olmak, hiç değilse muhalifi olmamak gerekli değil midir?
Milletin resmi tarih anlatılarının sağlamlaşmasına katkı koyan şair ve yazarlar
olduğu gibi bu anlatılara karşı çıkanlar, onları sorgulayanlar da vardır kuşkusuz ki. Böylelerini linç girişimlerinden Nobel ödülleri bile kurtaramaz. Şimdilerde “ekstra kanon” diye bir kategori oluşturulmuş; onları oraya dahil ediyorlar.
Son sıralarda kafama takılan birşey var. Kendi ölümlülüğümüze karşı “gelecek uzun sürer” fikri eski cazibesini yitiriyor mu acaba? Artık “gelecek”ten çok “bugün” önemli sanki... Belki de tarihin hiçbir döneminde yazarlık bugünkü gibi, yaşarken insana ün ve refah getirecek bir araç olmamıştı. Pek çokları için geleceğe kalmaktansa bugün baş tacı edilmek, dünyada küçük azınlıklara bahşedilmiş görkemli hayatların bir parçası olmak daha cazip gelebilir. Nice yetenekli yazarın, romanım bir an önce çıksın, tez zamanda para kazanayım, ünüm ve efsanem sürsün, seyahatler, okumalar yapayım, televizyonlara çıkayım diye daha tam olgunlaşmamış kitapları nasıl piyasaya sürdüklerini, kamusal alanda, tasarlanmış izlenimi veren sivri çıkışlarla kendilerini gündemde tutmaya çalıştıklarını gözlemliyoruz. Nerede kendi yalnızlığı içinde, yalnızca dünyayla bir derdi olduğu için tanrısal metinler üreten, Kafka gibi ölmeden önce yazdıklarının yakılması vasiyetinde bulunan eski soylu yazarlar?
Bir yandan da, efsane olmayı, öldükten sonra da gönüllerde yaşamayı kim istemez? Varolan örnekleri düşününce, insanın bir efsane olabilmesi için en çok gerekli olan güzel bir yüz ya da intihar gibi olağandışı bir ölüm diyesim geliyor. Bir başka cephede, idam edilen üç fidanın arasından Deniz Geçmiş’in öne çıkmasının ve diğerlerinin aşırı silikliğinin ardında biraz da Deniz’in güzel yüzü, uzun boyu ve Beyaz Türk görüntüsü yok mudur? O yıllarda ODTÜ’de okuyan bir arkadaşım bana Deniz Gezmiş’in bir atı olduğunu; kız yurduna giderek sevgilisini atının terkisine aldığını anlatmıştı.”Uyduruyorsun, bu beyaz atlı prens efsanesi” diye itiraz ettiğimde ise ısrarla buna kendi gözleriyle şahit olduğunu söylemişti. Bu doğru olabilir mi?
Kıbrıs’taki solun ve barışseverlerin ikonları ise faşistler tarafından vurularak, kucak kucağa ölen Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas Mişauli’dir ki ikisi de oldukça temiz yüzlü ve yakışıklıdırlar.
Bu ikiliden Kavazoğlu’nun bir ailesi yoktu. Her yıl yapılan anma törenlerinden birinde komünist parti başkanı Hristofiyas’ın “ Ardından ağlayacak bir annesi ya da bir karısı yoktu ama ülkenin bütün kadınları onun için ağladılar” dediğini anımsıyorum. Cinsimiz tarihte daha çok arkadan ağlayıcı olarak anılıyor ne yazık ki.
Farklı bir dünya için yola çıkmış her yazar, her devrimci, ailesi olsun olmasın sonuçta bir yalnızgezer değil midir? Yeryüzünde, millete değil de insanlığa bıraktığımız küçük izlerdir belki de daha önemli olan. Dünyayı kucaklamak dururken şu dışlayıcı akrabalık koalisyonları neden?
Nedense, Kıbrıslı Rum şair Theodoros Nikolau’nun dizeleri geldi birden aklıma: ”Kahramanlar bazılarınındır/ azizler herkesin”
Burada da erkeklerden söz ediliyor galiba. Şu fani dünyada cinsimize düşe düşe “meleklik” düşüyor anlaşılan da, Konstantinopolis elden giderken papazların hala hararetle onların bile cinsiyetini tartıştığını biliyoruz.