“Kahramanlara İhtiyaç Duyan Topluma Ne Yazık..!”
Başlıkta yer alan cümlenin öncesi de var. Hatırlayanlar olacaktır: Dünyanın yuvarlak ve güneşin etrafında döndüğünü keşfeden Galileo bu açıklamasıyla Kilise’nin tepkisini çeker ve Engizisyon Mahkemesi’nde yargılanır. Cezası yakılarak ölümdür; bu cezadan kurtulup bağışlanması için tek bir şart vardır, o da iddiasından vazgeçmesidir. Galileo çok fazla direnemez (İkinci bir Sokrates olmaz), bu şartı kabul eder ve cezası bağışlanır. Yargılanmanın sonucunu merakla bekleyen sadık bir öğrencisi Galileo’nun bu davranışı karşısında büyük hayal kırıklığına uğrar ve tepkisini “Kahramanları olmayan topluma ne yazık!” veciz cümlesiyle dile getirir. Galileo’nun öğrencisinin bu tepkisine verdiği karşılık ise “Asıl kahramanlara ihtiyaç duyan topluma ne yazık!” olur.
Bu hikâyeyi, seksenli yılların ilk yarısı olsa gerek, İstanbul’da, Dostlar Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Brecht’in “Galilei Galileo” oyunundan öğrenmiştim. Hatırlıyorum, birinci perde Galileo’nun öğrencisinin “Kahramanları olmayan topluma ne yazık!” cümlesiyle kapanmış, 12 Eylül Rejimi’nin ağır mağduriyetinin henüz capcanlı yaşanmakta olduğu o günlerde bu replik, salondakiler tarafından büyük coşkuyla alkışlanmıştı. Ne var ki, ilk yarının bitmediği perdenin yeniden açılmasıyla anlaşılmış, bu kez de yerde boylu boyunca yatan Galileo (Genco Erkal) hafifçe doğrularak, o kendine has sesiyle “Asıl kahramanlara ihtiyaç duyan topluma ne yazık!” karşı cümlesini dile getirerek, bölümün gerçek finalini yapmıştı. Bu sahnede dikkat çekici olan ise, seyircinin verdiği tepkinin biraz öncekine göre nispeten sönük, belki daha çok, engellenemeyen bir tereddüdün inişli çıkışlı halini yansıtıyor olmasıydı. O gün çok etkilendiğim oyundan çıkarken kafamın içinde, asırlar önce dillendirilen ancak dün söylenmişçesine güncel mahiyet arz eden birbirinin karşıtı - ikisinin de yükü ağırdı- işte bu iki cümle yankılanıyor ve adeta beni birinden yana, üstelik ‘doğru’ adına, tercih yapmaya zorluyordu. İyi de neden ve hangisi?
Yakın geçmişi, her biri büyük ideallerini gerçekleştirmek için mücadele edip bu uğurda can veren kahramanların hikâyelerinden ibaret, dahası kendine o dünyanın içinde yer arayan inançlı genç bir insan olarak, o baskı rejiminden kör topal yeni çıkıldığı ve insanların henüz korkularını üzerlerinden atamadıkları, havası “kurşun gibi ağır” siyasal/toplumsal bir iklimde, “her şeylerini veren ama karşılığında hiçbir şey istemeyen” kahramanlara ihtiyaç duyulacağına ve de yokluklarının o toplumlar için yoksunluk sebebi olacağına dair bir kanaati taşıdığımı itiraf etmeliyim. Üstelik bunun için çok uzağa gitmeye de gerek yoktu, yakın ve çarpıcı misâl, tam da bu türden sembol bir isim olan Che’ydi. O’nun “ölüm nereden gelirse gelsinle” başlayıp, mümkün olanın ebedi imkânsızlığı demek olan bu mutlak hakikatle (ölümle) alay edercesine “öyleyse hoş geldi, sefa geldi” ile biten şiirsel çığlığı, en azından o dönemin genç insanlarının kulaklarında hâlâ çınlamaktaydı ve de Che’nin kendisinde tecessüm eden, zamandan ve mekândan bağımsız -onları aşkın- şimdiyi de etkileme gücü taşıyan bu ölümsüzlük hali, kahramanlara ihtiyaç duyulduğunun da göstergesi olarak kabul edilebilirdi. Kaldı ki isim olarak ‘kahraman’ın ve sıfat olarak ‘kahramanlık’ın tarihi, insanlık tarihi kadar eskiydi. Bu konuda temel başvuru eseri olma özelliği taşıyan, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” (Kabalcı Yayınevi) kitabında Joseph Campell uzak geçmişe yaslanarak, tarih boyu, daha çok mitler, efsaneler, dinler üzerinden hareketle “kahraman’ın yolculuğunun ve dönüşümünün izini sürerek tek bir arketip olarak varlığını ortaya” koymuş ve de kültürel bir kaynak olarak bu kapsamlı külliyatı, en başta, aynı zamanda bir ‘kahraman yaratma etkinliği’ olan edebiyata ve oradan da hayatımıza armağan etmişti.
Modern dönemde daha seküler düzlemde, özellikle de uluslaşma ve ulus-devletleşme çağında, onların inşasında temel harcı koyarak kalıcılaşmalarında kurucu unsurlar olarak yer alacak olan ‘kahramanlar’ ve o kahramanların büyük hikâyeleri ise mutlaka olacaktır. Bu ‘kahramanlar’ ve ’kahramanlık hikâyeleri’ bu kadarla da sınırlı kalmayacak, farklı mücadele alanlarında da, üstelik ateşleyici, itici, harekete geçirici potansiyel güç olarak karşılık bulacaklar, bu bağlamda toplumların gelişmesinde/olgunlaşmasında ciddi katkı sahibi olacaklardır. Ve nihayet fedakârlık ve yiğitlik timsali olan bu inanmış insanlar, koşulsuz sergiledikleri bu tavırları nedeniyle kutsiyet mertebesine yükselecek, eleştiriden azade kılınacaklardır. Hem zaten artık ölmüş olmaları hata yapma ihtimallerini de ortadan kaldırmaktadır. Buradan ise şu sonucu çıkarmak mümkündür: Yaşayan bir kimse başka her şey olabilir ama ‘gerçek’ bir kahraman olamaz; olamaz çünkü kahraman olmanın ölçütü, idealleri ve amaçları uğruna hayatını feda etmektir, yani ölümdür. Ölümsüzlük ise bu mertebenin şeref payesidir. Bu yüzdendir ki ‘çakma’ kahramanları asıllarıyla karıştırmamak, dahası onların gerçek kahramanlara ait dokunulmazlık ve eleştirellikten muaf olma halini bir hak gibi giyinerek, otoriter baskıcı tavırların(ın) gerekçesi olarak kullanmalarına ve de bunu besleyen kapıkullarına karşı çıkmak da büyük önem arz etmektedir.
Öte yandan, toplumların tarihsel gelişim serüveninde, bireysel olandan başlayarak kolektif olana dek yaygınlaşacak olgunlaşmanın yaşanması, bir başka ifadeyle siyasal/demokrasi kültürünün nitelik, kamusal alanın genişlik ve etkinlik, özneleşme sürecinin yaygınlık kazanması, bireysel/toplumsal kaderi(ni)n belirlenmesinde bizatihi toplumsal aktörleri öne çıkaracağından, artık onlar adına hareket edecek kahramanlara ihtiyacı da giderek azaltacaktır. Bunun tarihsel gelişim serüveni içinde insanlık adına önemli bir aşama olduğu/olacağı aşikârdır. Aksi durum, yani bireyin/toplumun kendi geleceği adına kahramanlara ihtiyaç duyması, yerleşik siyasal/demokrasi kültürünün ciddi zafiyetler yaşadığının da göstergesidir. Galielo/öğrencisi arasında geçen diyalog üzerinden hareket edecek olursak, toplumların kahramanlara ihtiyaç duymasıyla o toplumun gelişmişlik düzeyi arasında ters orantı olduğunu söylemek mümkündür.
İçinde bulunduğumuz dönemin koşullarına ve arkada biriken tarihsel deneyime bakarken, yüksek idealler ve daha yaşanabilir bir dünyanın inşa edilmesi uğruna verdikleri mücadele hayatlarını kaybederek ölümsüzlük mertebesine yerleşenlere duyulan saygınlık ve minnet borcu bâki kalmak suretiyle; bugün itibarıyla artık ‘kahramanlar ideolojisi’nin sonuna gelindiğini, yani kitleler adına hareket edecek ‘kahramanlar’a ihtiyaç kalmadığını/kalmaması gerektiğini söylemek bir hata olmasa gerektir.
Nihayetinde toplumlar yaşayan canlı organizmalardır, gelişip olgunlaştıkları gibi, çürüyüp yok da olabilirler. Bu sürecin nasıl seyredeceği, ya da bu kapsamda bireysel-toplumsal varoluşlarının esası, niceliksel değil niteliksel bir mahiyet arz eder ve bunu belirleyecek olan da hamaset değil, doğrudan o toplum mensuplarının bu yolda harcayacakları emek, gösterecekleri çaba, yapacakları fedakârlık ve yaratıcı/üretici etkinliklerinin başarı oranıdır. Bu başarıyı da tekil kahramanlar ve kahramanlıklar değil, yeni bir bireyselleşme/toplumsallaşma ve de özneleşme sürecinin çoğul, dinamik gerçeklik olarak hayat bulması ve buradan anlam kazanması sağlayacak gibi görünmektedir.